Gün yeni ağarıyordu. Uçaktan atlayıp açılan paraşütünden sızan rüzgârın sesi, yüzüne vuran rutubet, artan silah sesleri, yanı başından geçen mermi ıslıkları ile inmişti. Ateş rengi bir ovaydı, uçaktan atlamadan önce bir sis içerisinden gördükleri. Üzerinde önce karartıları, sonra ete kemiğe bürünen asker üniformalarını gördü. Bazıları hareketsiz ve kontrolsüzdü inenlerin. İşte o an ölümün soğuk gerçeği değdi tenine, ürperdi. Hızla sayıları arttı. Uzun aylar boyunca aldıkları eğitim ile paraşütlerinden kurtuldular. Omuzlarında asılı silahların emniyetlerini açtılar. Önce tim oldular, sonra bölük haline geliverdiler hızlıca. Mühimmat sandıkları açıldıkça barut kokusu vurdu yüzlerine. Mehmet belindeki tabancasını kontrol etti önce hızlıca namluya mermi sürdü, tekrar yerine koydu. Tüfeğinin şarjörünü kontrol etti. İnen ilk gruplar ile çatışma başlamıştı. Ağaçsız, tozlu ve kırmızı toprak rengi bir düzlükte, nereden geldiğini anlamaya çalıştıkları bir ateş altında kaldılar bir süre. Duman, kan kokusu, silah gürültülerinin arasına sıkışan telsiz cızırtıları, sıhhiyecilerin kısa emirleri. Açılan ateş yavaş yavaş azaldı. Ovanın ortasında küçük bir gerçeğe düşmüşlerdi. Mehmet ellerindeki titremenin azaldığını gördü, silahını kavradı, “işte bu başlangıç Allah yardımcımız olsun” dedi mırıldanarak.
Çıkartma gemisinin sağ başında oturuyordu Ali. Tekne mazot, duman ve boya kokuyordu. Gürültülü bir motor ve denizi yaran pervane sesi. Yan yana oturdukları arkadaşlarını seyretti bir süre. Hiç deniz tutmayan o koca adamlardan bazıları ellerindeki resimlere bakıyor, sigaralarından gizli saklı nefesler çekiyorlardı. Yol aldıkları mesafe boyunca denizin serinliği, teknenin ucundan kalkan deniz suyunun tuzu, uzakta silüet halinde görülen kıyı, uzaklarda yeni yeni sönmeye başlayan sokak lambaları. Kırmızı bir ufuk, yerlerinden rahatsız askerlerin uyuşan bacaklarının hareketi, seyir subaylarının sık ikazları. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Ne ay ne güneş yukarıda sakin ama tevekküllü bir ufuk vardı. Aniden geminin ön kapağı açıldı suya değdi. Subay yüksek sesle emir verdi. Birkaç adımda postalı suya değdi Ali’nin. Silahını omzuna aldı, hafif dalgalı suyu yararak kıyıya yürüdü. Nedenini bilmiyordu ama kulağında “ah bir ateş ver” türküsü. Çatışma sesleri, patlayan havan şarapneli, ıslak vücutlar ve şakaklarda ter. Sahilde toplanıyorlardı, yanlarında yaralılar ve acısını bile hissetmeye zamanı olmamış kanlı üniformalar, bakamadıkları ölümün acısı.
Yatağından hızlıca kalktı çocuk. Anası national marka televizyonun önünde hareketsiz duruyordu. Siyah beyaz televizyonda Başbakan, soluk ve kalitesi düşük bir görüntü ile “bugün birliklerimiz Kıbrıs’a barış getirmek için adaya çıkmışlardır. Amacımız savaş değil hem Türk hem de Rumlara barış getirmektir” diyordu. Anasına baktı birkaç damla göz yaşı vardı şakaklarından süzülen. Aklı yetmeye başlayalı anası Selanik’ten kaçan aile hikayesini anlatırken nasıl ağlıyorsa işte yine öyle ağlıyordu. Sarıldı anasına. Anası sarıldı oğluna sıkı sıkı. “Kınalı kuzularım, sağlıkla gitsinler sağlıkla gelsinler” dedi. Televizyonda Hasan Mutlucan kahramanlık türküleri söylüyordu.
Mehmet ve paraşüt birlikleri bütün bir gün adım adım çatışarak toplanmaya çalışarak Girne hattına doğru hareket ettiler. Sıcak ve susuz saatler geçirdiler. Mataralarındaki su hızla tükendi. Ara ara mühimmatları da tükendi. Hiç beklemedikleri anda, jeepler , küçük kamyonetler ile su ve mühimmat desteği geliyor, istikamcılar, destek birlikleri inanılmaz bir düzen ile savaşın gidişini değiştiriyorlardı. Tepelerinden geçen jetlerin gürültüleri, helikopterlerin kısa süreli iniş kalkışları, postallarda toz, nefesi yakan sıcak, küçük yaralara yapılan pansumanlar ile hava karardı Kıbrıs hafifçe serinledi. Boşalmış bir rum köyünün tepesindeki değirmende dinlenmeye başladılar. Mehmet dışarıyı seyretti. Hava karardı, sokak ışıkları yandı birer birer. Uzaklarda ateş sesleri, ağustos böceklerinin haylaz gürültüleri, küçük el radyosundan cızırtılı uzun kanal türk radyosunun türküleri ve Ayten Alpman’dan “memleketim”.
Ali akşamı tırmandıkları Beşparmak dağın ’da karşıladı. Aşağıda duman, Kıbrıs’ın düzlüklerinden kalkan toz, kayaların arasından ıslığa dönen rüzgâr. Bomboş bir kayanın tam ortasından yeşeren bir ağacı görmüştü hava kararmadan. Onun yanına uzandı sigarasının cılız ışığında o küçük ağacın inadını, olmayacak denilen şeyleri oldurabilmenin sebatını düşündü. Yıldızlar, ara ara helikopter ışıkları. Silah arkadaşı Mardinli yanaştı yanına, bir sigara istedi verdi. Cebindeki küçük radyoyu çıkardı. Cızırtı ile kanal aradı. Radyoda “memleketim” çalıyordu.
Mehmet ve Ali çıkartmanın ikinci gününde Lefkoşa Girne hattında karşılaştılar. Kısa süre birlikte yürüdüler. Memleketlerini sordular, sigaralarını içtiler. Tozlu dumanlı sokakları, ateşi ve ölümü göre göre yürüyen iki insanın kısa yolculuğu sonlandı. Postallarının topukları buluştu selam verip ayrıldılar. Sıcak, insanın nefesini kesen güneşin hüküm sürdüğü topraklarda vardı görevleri, görevlerine devam ettiler. Savaşmak asla öğretilemez, galiba sadece öğrenilir. Yanlarında toprağa düşen arkadaşları ile, karşılarındaki yok oluşu göre göre öğrendiler. Dudaklarında tuz ve tütün kokusu, silahlarındaki sıcak, yüzlerine vuran barutun sıcaklığı ile öğrendiler.
Kadın çocuğunun saçlarını okşuyordu. Dudaklarında dua. Ankara’da sıcak bir Temmuz, televizyonda soluk savaş görüntüleri. Çocuk anasının yüzüne dokunan elini tuttu.” Ne oldu ana?” dedi. Anası sadece ağlıyordu. Yapayalnız kalmanın, birilerini beklemenin, hiç gelmeyecek diye uykusuz geçen gecelerin çocukluğunda yarattığı yalnızlıkla ağlıyordu. Bir göç hikayesi değildi ağladığı bir çaresizliğin hikayesiydi. Cumhuriyete olan bağlılığı da bundandı zaten. İstiklal marşında ağlardı, asker törenlerinde ağlardı, türkülerde, filmlerde ağlardı. “Kınalı kuzularım bizim için ölüyorlar” dedi kadın. Uzun uzun ağladı.
Mehmet ve Ali’yi aynı helikopter getirdi Mersin’e. Yan yana uçtular, yan yana son kelimelerin döküldüğü anlardan, nefeslerini kesen ölümden, sıhhiyenin yaşlı gözlerinden alıp getirildiler. Künyeleri kan ile boyanmış, üniformaları kırmızıya dönmüştü. Helikopterde bir ara yüzleri birbirine baktı sallantıdan. İkisinin de yüzlerinde işini doğru yapmanın saadeti, kayanın ortasından çıkan ağacın inadı vardı. Soluk bir akşamdı, dışarıda ölümün çığlığı duyuluyordu. Hüzün, metanet suratlarımıza esiyordu. Televizyonda “memleketim” çalıyordu.
Yorumlar kapalı.