Altı yaşındaydım. Ellerim küçüktü ama hırsım büyüktü. Kars’ın soğuğu nefesi bile dondururken bizim bahçemiz bir dünya kurardı bize: karın kokusu, eldivenin içindeki sıcaklık ve çocukluğun sayfalarına yazdığımız bütün masallar… O yıllar kar, kar; hava, havaydı. Her şeyin yalın olduğu yıllardı. Kardan adamlar yapardık, sevgiyle, özenle; sabah onları dışarıda görmek, bir tür zafer sayılırdı. Ancak her zaferin diğer yüzünde bir sınav yatardı: mahallenin yaramaz tayfası. Onlar bize bir şey öğretmeyi adet edinmişlerdi — emekle kurduğumuz şeylere ayak basmanın bir keyfini alırlardı. Her kardan adamım ertesi gün paramparça olur, içime bir tuhaf sızı düşerdi.
O sızı, hüznün ötesinde bir soru doğurdu: “Buna karşılık ne yapmalı?” Öfke duygusunu taşımadım; öfke çoğu zaman kördür. Ben daha şeytanca, daha estetik bir çözüm aradım: yaptıkları hareketin aynasını onlara gösterecek, onları kendi silahlarıyla yüzleştirecek bir yöntem… Kars’ın soğuğu en büyük müttefikimdi. Su, soğukta beklediğinde farklı bir karakter kazanır; kat kat ilmek ilmek dokunan buz, bambaşka bir ciddiyet taşırdı. O gece, ellerimde sadece kar değil, bir plan vardı.
Kar toplarını sıkarken özenim başka bir hâl aldı. Her katmana su serptim; her serpmeyle bir sabır dokudum. Bir çocuk için saatler uzun gelebilir ama inanç işliyordu: her katta buz biraz daha güçleniyordu, oyun bir savaşa değil, akla dönüşüyordu. Buzdan adamın doğuşu, yaratılışın küçük bir mucizesiydi; sert, dingin ve gülümseyen. Üzerine ince bir kar örtüsü eklemeye kalmıştı ki gece şiddetli bir kar yağışı başladı. Sabah olduğunda bahçe bir metreden fazla karla örtülmüştü; kardan adam bir an için kaybolmuş gibiydi. Elimi küreğe attım, açtım; onu ortaya çıkardım. Çevresine bir kale yaptım; o kale hem bir savunmaydı hem de bir sunaktı.
Öğleden sonra geldiler: hep birlikte, sürü hâlinde. Aralarında gülen yüzler, korkusuz adımlar… Onlara gösterdim. Onlar beklediklerini buldular ama farklıydı karşılarında; ayaklarının altı çabuk çökecek bir kar değil, sert bir gerçek vardı. Uçan tekmelerle başladılar — her tekme planımın tasdiki gibiydi. İlk tekmeyi atan, şaşkınlıkla yere yapıştı; ikinci hamlede birinin dizleri morardı, üçüncüsünde düşenin sarsıntısı yüzüne yansıdı. Gülüşleri yerini, içlerinde bir soru işaretine bıraktı: “Neden böyle oldu?”
İşte en güzeli de buydu: Onlara dokunmamıştım; ben bir ayna koymuştum onların önüne. Onların hareketleri kendi sonuçunu doğurmuştu. Bu, kaba kuvvetin zaferi değil; aklın incelikle kurulmuş bir düzeniydi. Kötülüğün kendi taşıdığı aletle kendisini vurduğunu izlemek, bana çocuk kalbimin beklediği türden bir adaleti verdi. O an içimde öfke değil, soğuk bir sevinç yankılandı; sanki bir resim tamamlanmış, bir denklem çözülmüştü.
Sonra yetişkin sesleri geldi; anneler, babalar, şikâyetlerle dolu adımlar… Yengem araya girdi, sükûnetle olayı kendi cümleleriyle dengeledi: “Sizin çocuklarınızın bizim bahçede ne işi var?” diye sordu. O tek cümle, hadisenin yönünü değiştirdi; ben dayakla sınanmanın dışında kaldım. Akşam babam duyduğunda güldü, “İyi oğlum, mahallenin bütün çocuklarını düşman edinmeyi başarmışsın,” dedi. Onun gülüşü ödüldü bana; çünkü bir baba onayının sükûneti, bir çocuğu hayata karşı daha sağlam kılar.
O günden beri bir prensibim var: Elimi kirletmeden, başkasının kendi hareketleriyle yüzleşmesini sağlamak. İntikamı bir haz olarak taşımadım; hazım, onların yaptıklarının aynada kırılıp kendilerine dönmesini seyretmekti. Bu, insanın kendine verdiği bir eğitimdir: kötü eylemler çoğu zaman kendi zemininde çöker; yeter ki biz o zeminı hazırlamak için aklı seçelim. Buzdan adamım, bana bu estetiği öğretti: Bir strateji kur, sabırla işle, sonucu izlemekten zevk al.
Yıllar geçti. O buz eridi, mevsimler değişti, ben büyüdüm. Ama o anın verdiği tat, hâlâ yüreğimde. Bugün toplumda da sıkça görüyorum benzer tabloları: Kimi zaman bir fikir, kimi zaman bir davranış, kendi hantallığıyla başına iş açar. Bizim işimiz ellemek değil; o işin kendi döngüsünü tamamlamasına izin vermek. İyi olmak, yenilgiden kaçmak değil; adı bilinç olan erdemi taşımaktır. İyi olanın zaferi, kaba bir galibiyetten değil, düzenin, adaletin, aklın yerini bulmasındandır.
1982 yılbaşı gecesi bana bir kardan adam değil, insanlara dair bir yöntem verdi: Kötülüğün kendi silahıyla kendisine dönmesini seyretmek, elini kirletmeden adaletin kurulmasıdır. Bu derin bir zevktir; şeytanca bir planın estetiğidir. O plan, bir çocuk düşüncesinin masumiyetiyle harmanlanınca, dünyaya dair en inandırıcı derslerden birini sunar: İyilik iyidir; kötülükse kendi ağırlığı altında çöker.
Okuyanın için iyi yıllar, iyi planlar dilerim. Buzun içinde saklı o küçük zafer, hayatın akışında bize rehber olsun: Sabırla kurulmuş adalet, her zaman en zarif zaferdir.



Yorumlar kapalı.