Türk milletinin kaderini belirleyen en önemli unsurlardan biri üretimdir. Toprakta alın teri, fabrikada işçinin emeği, atölyede ustanın mahareti, tüccarın ticareti… Bunların hepsi bir milletin damarlarında akan canlı kan gibidir. Ne var ki bugün bu üretim zincirinin önüne set çeken görünmez bir pranga var: bankaların yüksek faiz politikaları. Kağıt üzerinde “ekonomik istikrar” adına süslenen bu faiz yükü, gerçekte milletin alın terini gasp eden bir kara delik gibi çalışıyor. Köylünün ektiği buğdayın, sanayicinin kurduğu tezgâhın, gencin girişim için kurduğu hayalin önüne dev bir duvar örülüyor. Çünkü faiz, çalışmadan kazanmanın en acımasız yolu; borçlunun iliğini sömürürken, üretmeyenin servetini katlayan bir düzendir.
Faizin yüksek tutulduğu bir ülkede sermaye, üretime değil bankaların kasasına akar. Fabrika kuracak, tarla sürecek, esnaf dükkânını büyütecek girişimciler sermaye bulamaz; çünkü yatırım için alınan krediye ödenecek faiz yükü, kârı daha doğmadan yok eder. Bu sebeple nice genç girişimci, daha ilk adımını atmadan hayalini yırtıp çöpe atar. Yatırımcı, makine almak yerine parasını faize yatırır; çiftçi, traktörünü yenilemek yerine tarlasını küçültür; işçi, iş bulmak yerine işsizlik kuyusuna düşer. Böylece faiz sadece cüzdanları değil, umutları da kurutur.
Üstelik mesele yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ahlakidir. Çünkü faiz, alın teriyle emeğin karşılığını küçültürken, hiçbir şey üretmeyen sermayeyi büyütür. Bir milletin ruhunu ayakta tutan değerlerin başında adalet gelir. Eğer adalet terazisi şaşarsa, toplumda güven duygusu zedelenir. Faizin yüksek olduğu yerde adalet duygusu da yara alır. İnsanlar çalışmanın, üretmenin, risk almanın değil, kolay yoldan paranın peşine düşer. Bu da milletin ruhunu tembelliğe, haksız kazanca ve çıkarcılığa sürükler. Bankaların yüksek faizle borçlandırdığı her vatandaş, aslında kendi emeğinin geleceğini ipotek altına vermiş olur. Çalışır, didinir, fakat kazandığını bankalara kaptırır.
Faizin yarattığı bir başka yıkım da toplumsal huzursuzluktur. Borç yükü altında ezilen aileler parçalanır, küçük esnaf iflas bayrağını çeker, köyden kente göç artar. İnsanlar umutsuzlukla bankaların kapısında sürünürken, bir avuç faiz zengini lüks içinde yaşamını sürdürür. Bu uçurum derinleştikçe milletin birliği de yara alır. Çünkü adaletin olmadığı yerde dayanışma da azalır. İnsanlar birbirine güvenmeyi bırakır, herkes kendi derdine düşer. İşte o zaman, bankaların yüksek faizleri sadece ekonomiyi değil, toplumsal barışı da kemiren bir ur haline gelir.
Atatürk, milletin bağımsızlığını yalnızca siyasi alanda değil, iktisadi alanda da savunmuştu. “Siyasi bağımsızlık, ekonomik bağımsızlıkla tamamlanır” derken işte tam da bu gerçeği işaret ediyordu. Bir millet kendi ekonomisini üretemez, bankaların faiz tuzağına düşerse, yabancı sermayeye ve içerdeki faiz baronlarına mahkûm olur. Ekonomik esaret, siyasi esaretin öncüsüdür. Bugün Türk milleti, yüksek faiz sarmalından kurtulmadıkça gerçek manada özgürleşemez. Çünkü yüksek faiz demek, üretilmeyen bir servetin üretenin cebinden çalınması demektir.
Türk milletinin kurtuluş reçetesi, bankaların yüksek faiz zincirlerini kırmaktan geçer. Faizi düşürmek yalnızca bir iktisat politikası değil, aynı zamanda bir millî duruş, bir bağımsızlık meselesidir. Bankaların kazancı, milletin kaybı üzerinden şekillendiği sürece, bizler gerçek refaha kavuşamayız. Çözüm ise milletin emeğini, üretimini ve alın terini ön plana çıkaracak bir düzen kurmaktır. Yatırımı, üretimi ve istihdamı destekleyen, faizi değil emeği ödüllendiren bir ekonomi anlayışıyla Türk milleti ayağa kalkabilir.
Bugün bize düşen görev, faizin milleti sömüren bir araç olduğunun bilincine varmak ve bankaların milletin sırtındaki kamburuna dönüşmesine izin vermemektir. Çünkü yüksek faiz, bir milletin damarlarına enjekte edilmiş zehir gibidir; sessiz, görünmez, fakat ölümcül. Bu zehri temizlemenin yolu ise, yeniden üretime, emeğe, adalete ve dayanışmaya sarılmaktır. Ancak o zaman Türk milleti kendi elleriyle yazdığı kaderi özgürce tayin edebilir.
Yorumlar kapalı.