Türkiye’nin sofralarına uzanan görünmez bir terör var. Adına “gıda terörü” demek abartılı gibi durabilir ama istatistikler ve yaşananlar bize aslında hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Marketten aldığımız domates, pazardaki biber, çocuklarımızın eline tutuşturduğumuz elma… Görünüşte hepsi sağlıklı, taze, doğal. Ama işin gerçeği, bu ürünlerin çok büyük bir kısmı adeta kimyasal bir bombardımandan geçmiş durumda. İstanbul’da yapılan bir araştırmada, 155 meyve ve sebze örneğinin yüzde 61’inde birden fazla pestisit kalıntısı bulundu. Daha da vahimi, bu örneklerin yaklaşık üçte birinde insanın hormonal sistemini altüst eden, sinir gelişimini bozan ve kanserle bağlantısı bilinen kimyasallar tespit edildi. Yani çocuklarımıza vitamin diye verdiğimiz meyve, aslında zehir kokteyli çıkıyor.
Bu sorun sadece iç pazara özgü değil. Türkiye’nin ihracatında da defalarca karşımıza çıkıyor. Avrupa Birliği’nin gıda güvenliği alarm sisteminde, pestisit kalıntıları nedeniyle en çok uyarı alan ülke Türkiye. 2022’de 557 kez, 2023’te 408 kez ve 2024’te 488 kez ürünlerimiz geri çevrildi. Yani bir anlamda, Avrupa halkı sofralarına bu zehirli ürünleri sokmuyor; biz ise aynı ürünleri gönül rahatlığıyla tüketiyoruz. Kendi vatandaşımıza reva görülenle, yabancıya reva görülen arasındaki fark utanç verici bir tabloyu gözler önüne seriyor.
Durum sadece pestisitlerle sınırlı değil. Türkiye’de 10 yıl içinde 4 bin gıda sahteciliği vakası tespit edilmiş. Süt, et ve yağ gibi en temel besinlerimizde bile hile, tağşiş, yasaklı katkı maddeleri bulunuyor. Zeytinyağı diye alınanın içinde boyalı yağ çıkıyor, sucuk diye satılanın içinde et dışındaki dolgu malzemeleri. Bu tablo yalnızca sağlığımızı değil, güven duygumuzu da sarsıyor. İnsan ne yediğine güvenemezse, en temel yaşam hakkı elinden alınmış demektir.
Bir de gıda zehirlenmeleri var ki tabloyu daha da ağırlaştırıyor. 2016 ile 2020 arasında medyaya yansıyan 504 toplu gıda zehirlenmesi vakasında 27 binden fazla insan etkilendi. Bu sadece kayda geçenler. Kayda geçmeyen, küçük ölçekli, evlerde, işyerlerinde yaşanan vakalar bunun katbekat fazlası. Her gün sofralarımızda görünmez bir piyango çekiyoruz; ne çıkarsa bahtımıza.
Üstelik toplumun algısı da bu gerçeği doğruluyor. Yapılan anketlerde halkın yüzde 86’sı ülkedeki gıdaların riskli olduğunu düşünüyor. Yüzde 20’si ise bu riskin kritik seviyede olduğunu söylüyor. Yani millet, kendi sofrasına konan lokmadan şüphe eder hâle gelmiş. Tarımda bağımsızlık, kendi toprağımızın bereketi, kendi çiftçimizin alın teri ancak temiz ve güvenilir gıdayla anlam kazanır. Topraklarımız bereketli olabilir, üretimimiz yüksek olabilir ama sofralarımıza gelen her bir kimyasal kalıntı, her bir hileli ürün, bu bereketi zehre dönüştürüyor.
Bu tablo karşısında pes etmek mümkün değil. Daha sıkı denetimler, bağımsız laboratuvarlar, üreticinin doğru ilaçlama konusunda eğitilmesi, tüketicinin bilinçlendirilmesi ve sahteciliğe karşı caydırıcı cezalar artık hayati bir gereklilik. Ürünün tarladan sofraya kadar şeffaf bir şekilde izlenebilir olması, vatandaşın elindeki domatesin hangi toprakta yetiştiğini, hangi ilaçla muamele gördüğünü bilmesi bir lüks değil, en temel haktır. Burada en büyük sorumluluk ise doğrudan Tarım ve Orman Bakanlığı’na düşüyor. Bakanlık, sadece raporlarla değil, etkin müdahalelerle bu tabloyu değiştirmeli; tarladan pazara kadar her adımda üreticiyi denetlemeli, kurallara uymayanları caydırıcı biçimde cezalandırmalı ve halkın güvenini yeniden inşa etmelidir.
Unutmayalım: Gıda, yalnızca karın doyurmak değildir; milletin sağlığı, geleceği ve bağımsızlığıdır. Toprağına zehir düşen bir ülkenin iradesi de zehirlenir. Eğer bugün soframıza konan lokmanın temizliğini koruyamazsak, yarın çocuklarımızın geleceğini koruyamayız. Gıda terörüne karşı uyanık olmak, sadece sağlığımız için değil, millî varlığımız için de bir zorunluluktur.
Yorumlar kapalı.