Bir milletin hafızası kütüphanelerde değil, sınıflarda yazılır. O defterin başında kimin oturduğu ise milletin yarınını belirler. Eğitim sisteminin devletleştirilmesi meselesi bu yüzden kuru bir idari karar değil, bir medeniyet davasıdır. Devlet bu davada kimi zaman “birleştirici” elini uzatır, kimi zaman da “tek tip insan” hayaliyle boğazlara kement salar.
Cumhuriyet’in başında Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile farklı mektep düzenleri tek çatı altında toplandı. Amaç açıktı: Ortak dil, ortak kimlik, ortak hedef. Bu hamle, Fransa’nın 19. yüzyılda kiliseden müfredatı koparan Jules Ferry yasalarının Anadolu’daki yankısı gibiydi. Bir millet, parçalı bir hafızayla ilerleyemezdi. Ancak tarihten biliyoruz ki bu birleşme her zaman çoğulculukla gelmez; bazen tek sesli bir koroya dönüşür. Sovyetler, eğitimde eşit erişimi sağladı ama sınıfta bağımsız fikre yer bırakmadı. Çin, disiplini zirveye çıkardı fakat sınav baskısını gençlerin omzuna çelik bir yük gibi yükledi.
Öte yanda İskandinav ülkeleri var. Finlandiya, devletin kasasından çıkan para ile öğretmenin sınıfta aldığı özgür kararı birleştirdi. Müfredatın çekirdeğini devlet yazar, geri kalanını öğretmen işler. Böylece aynı gemide yol alırken kürek çekenlerin ritmi farklı olabilir. Amerika ise tam ters köşeden gelir: Eyaletler kendi oyun planını çizer, özel okullar ve charter sistemleri geniş bir alan kaplar. Yenilik doğar ama fırsat eşitsizliği büyür.
Devletleştirilmiş eğitim, fırsat eşitliği sağlar; bu inkâr edilemez. Bir köydeki çocukla şehir merkezindeki çocuk aynı ders kitabını açar, aynı sınava girer. Fakat devlet, tek merkezli bir akılla yönetirse bu eşitlik kısa sürede tekdüzelik olur. Her öğrenci aynı kıyafeti giyer, aynı fikri savunur, aynı soruya aynı cevabı verir. Ve millet, tek renge boyanmış bir fotoğrafa dönüşür.
Tarih bize şunu gösterir: Devlet ne tamamen çekilmeli ne de sahayı tamamen kapatmalıdır. Finansmanı sağlamak, ortak müfredatı çizmek elbette devletin görevidir. Ancak yerel kültürlere, farklı pedagojilere ve yaratıcı öğretmenlere alan bırakmak da aynı derecede önemlidir. Aksi hâlde “bizim çocuklar” dediğimiz nesil, kendi sesini bulamadan hazır reçetelerle büyür.
Türkiye’nin önünde zor bir denge var. Bir yanda devletin elindeki güçlü imkânlar, diğer yanda farklı düşüncelere nefes aldırma zorunluluğu. Eğer bu denge kurulmazsa eğitim sistemi ya piyasaya teslim olup paranın sesiyle konuşur ya da devletin tek kalemiyle yazılır. Oysa milletin defteri çok kalemli olmalıdır. Devlet bu kalemleri dağıtan el olmalı, kıran değil.
Çünkü eğitim bir ülkenin beyni ise müfredat onun hafızasıdır. Hafızayı korumak için beyni tek bir merkezden yönetmek cazip gelebilir. Ama beyni tek merkeze bağladığınızda refleksler körelir, yaratıcılık söner, fikirler birbirine benzer. Bir ulus, kendi geleceğini tek bir elin yazmasına razı gelirse, yarın o el kalemi bıraksa bile hafıza boş kalır.
Kalemi kim tutarsa geleceği o yazar. Devlet, bu kalemin sahibi değil; sadece mürekkebin boşa akmamasını sağlayan bekçisi olmalıdır. Yoksa bir gün defter kapanır… Ve o defterin sayfalarında yalnızca tek bir ses yankılanır: “Keşke farklı olsaydı.”
Yorumlar kapalı.