Ege’nin dalgaları bazen sükûneti, bazen de tarihin yükünü taşır. Bugün o dalgalar, bir asır önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş iradesiyle şekillenen Lozan’ın ruhuna yöneltilen sorularla kabarıyor. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve onun önderliğindeki millet, bağımsızlığını yalnız savaş meydanlarında değil, masada da kazanmış; egemenlik haklarının her harfini Lozan’a ilmek ilmek işlemişti. Doğu Ege adalarının silahsızlandırılmış statüsü işte bu çabanın ürünüdür. Çünkü birkaç kilometrelik mesafeyle birbirine bakan iki yakada, barışın güvenle sürdürülebilmesi için silah değil, diplomasi gereklidir.
Oysa Yunanistan yıllardır bu hükmü adım adım aşındırıyor. Kıyılarımıza komşu adalara asker çıkarmak, silah yerleştirmek, tatbikatlar düzenlemek… Bütün bunlar antlaşmanın maddelerini birer tarih süsüne dönüştürme çabasıdır. Türk milleti ise, hakkına ve hukukuna sahip çıkmanın tarihsel sorumluluğunu taşır. Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışı, barışa bağlılığı ifade eder; fakat o sözün arkasındaki kararlılık da unutulmamalıdır: Sulhu korumak için gerektiğinde güçlü durmak. Lozan çiğneniyorsa, hatırlatmanın da, tedbir almanın da hukukta yeri vardır. Kısacık bir deniz parçasını, silahtan çok sağduyu ve uluslararası hukuk muhafaza eder.
Dünya böyleyken, insanlığın vicdanı başka bir cephede de sınanıyor. İsrail yapımı silahların, Gazze’deki yıkım “başarı” diye sunularak Avrupa’ya pazarlanmak istenmesi, savaşın acısını ticari fırsata dönüştüren çarpık bir anlayışın tezahürü değil mi? Bir füzenin katalog bilgilerinde bir çocuğun yıkılmış evi referans olamaz. Savunma sanayi elbette gelişir; ama masumların dökülen kanı hiçbir ülkenin reklam cümlesi olamaz. Gazze’de toprağa düşen her can, insanlığın ortak vicdanında açılmış bir yaradır. Bu yarayı büyüten her söz, her adım hepimizi biraz daha karanlığa iter.
Bütün bu tablo karşısında Türk milletinin duruşu nettir: Hakkını da insanlığını da korumak. Çünkü biz biliyoruz ki gerçek güvenlik komşuyu tehdit etmekle değil, komşuluk hukukuna sadakatle sağlanır. Gerçek medeniyet ise, silahın ne kadar uzağa gittiğiyle değil, vicdanın ne kadar derine indiğiyle ölçülür. Atatürk’ün bize emanet ettiği cumhuriyet, yalnız sınırları değil, değerleri de korumanın iradesidir.
Belki de soru şudur: Biz hangi dünyayı istiyoruz? Antlaşmaların çiğnendiği, acıların pazarlandığı bir dünya mı; yoksa hukukun ve insanlığın hâlâ konuşabildiği bir dünya mı? Türk milleti, tarih boyunca cevabını hep kendi iradesiyle verdi: Hakkaniyetin yanında, mazlumun yanında, barışın yanında. Ve bugün de verecektir. O cevap, Ege’nin sularında da, Gazze’nin karanlığında da yankılanacak; Atatürk’ün gösterdiği aydınlık gelecekte karşılığını bulacaktır.











Yorumlar kapalı.