12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihinde yalnızca bir “askeri müdahale” olarak değil, aynı zamanda Atatürk’ün mirasını yaşatan Türk milliyetçiliğinin yükselişini ve milletin bağımsızlıkçı damarını kırmaya yönelik planlı bir operasyon olarak hatırlanmalıdır. O dönem yaşanan olaylara, resmi belgelerdeki ifadelerden uluslararası bağlantılara kadar birçok delil bu gerçeği açıkça göstermektedir.
Darbeden önce Türkiye, gençliğin sokaklarda ideolojik kamplara bölündüğü, sağ-sol çatışmalarının kanlı bir iç hesaplaşmaya dönüştüğü yıllardan geçiyordu. Ancak dikkatle bakıldığında, Atatürk’ün “bağımsızlık benim karakterimdir” şiarıyla yetişen milliyetçi gençliğin, özellikle üniversiteler ve teşkilatlar üzerinden geniş kitlelere yayıldığı görülmekteydi. 1970’lerin sonunda Ülkü Ocakları, MHP’nin örgütlenmeleri ve Türk milliyetçiliğini merkeze alan düşünce yapıları ciddi bir toplumsal zemin bulmuştu. Bu yükseliş, Batı’nın Türkiye üzerindeki planlarıyla örtüşmüyordu. Çünkü NATO üyesi bir ülkede, anti-emperyalist refleksleri güçlü, Atatürk çizgisinde hareket eden bir gençliğin yükselmesi, özellikle ABD açısından “kontrol edilmesi gereken” bir tehlikeydi.
Nitekim dönemin CIA Ankara istasyon şefi Paul Henze’nin darbe sabahı Washington’a geçtiği “Bizim çocuklar başardı” mesajı bu operasyonun arkasındaki uluslararası yönlendirmeyi açıkça ortaya koymaktadır. “Bizim çocuklar” ifadesi, darbeyi yapan generallerin aslında hangi merkeze hizmet ettiğinin göstergesiydi. Burada hedef sadece sol hareketi bastırmak değil, Atatürk’ün izinde güçlenen milliyetçi iradeyi susturmaktı.
Delillerden biri, darbe sonrasında Türk milliyetçilerinin maruz kaldığı sistematik baskılardır. Binlerce ülkücü genç gözaltına alınmış, ağır işkencelerden geçirilmiş, cezaevlerinde yıllarca süren davalarla sindirilmeye çalışılmıştır. Oysa bu gençler, Atatürk’ün gençliğe hitabında emanet ettiği Cumhuriyet’i korumak için mücadele eden bir kuşağı temsil ediyorlardı. Darbenin mahkemelerinde en ağır şekilde yargılananların milliyetçi gençler olması, operasyonun yönünü net şekilde göstermektedir.
Bir başka kanıt, 12 Eylül anayasasının getirdiği kısıtlamalarda saklıdır. Atatürk’ün halkçılık ve milli egemenlik ilkeleriyle gelişen fikirlerin yayılmasına zemin hazırlayan dernekler, teşkilatlar, hatta öğrenci birlikleri tamamen kapatılmıştır. Türk milliyetçiliğini ve Atatürk ruhunu kitlelere ulaştıran siyasi kanallar, özellikle de MHP ve yan kuruluşları kapatılarak uzun süre siyaset dışına itilmiştir. Bu, milli iradenin kesilmesi anlamına gelmektedir.
Örneğin, 1977 genel seçimlerinde Alparslan Türkeş liderliğindeki MHP oylarını yaklaşık %3 oranında artırarak yüzde 6,42 gibi bir düzeye çıkmış, 1973 seçimlerindeki yaklaşık %3,38’lik oy oranından belirgin biçimde yükselmiştir. Bu tablo, Türk milliyetçiliğinin Atatürk’ün izinde büyüyen bir kitle hareketine dönüştüğünün en somut göstergesidir. Ardından, darbenin hemen sonrasında 1983 seçimlerinde Milliyetçi Demokrasi Partisi (lideri Turgut Sunalp) %23,27 oy alarak, milliyetçi tabanın askeri baskılara rağmen canlılığını koruduğunu kanıtlamıştır. Bu yükselişler, Türk milletinin Atatürk’ün bağımsızlıkçı mirasına dayalı iradesini kolayca bastırılamayacağını, aksine her şartta yeniden doğduğunu ortaya koymaktadır.
Delillerden bir diğeri, 12 Eylül öncesinde sağ-sol çatışmasının nasıl kışkırtıldığıdır. O dönemde üniversitelerden sokaklara kadar geniş bir alanda yaşanan şiddet olaylarında, hem milliyetçi hem de solcu gençlerin canlarını ortaya koyarak mücadele ettikleri görülmektedir. Solcu gençler de en az milliyetçi gençler kadar vatanseverdi; aralarında bağımsız Türkiye için mücadele eden, emperyalizme karşı direnen binlerce genç bulunuyordu. Ancak bu iki gençlik damarının birleşmesi, Atatürk’ün tam bağımsızlık ideali etrafında bir araya gelmesi, dış güçlerin ve işbirlikçilerin en büyük korkusuydu.
Nitekim dönemin birçok belgesi, bu çatışmaları körükleyen karanlık ellerin varlığını göstermektedir. 1977’de yaşanan Kanlı 1 Mayıs olayında kimliği belirsiz keskin nişancıların kitleye ateş açması, güvenlik güçlerinin pasif tutumu ve olayın faillerinin hiçbir zaman bulunamaması, darbenin zeminini hazırlayan karanlık senaryoların bir parçasıydı. Benzer şekilde, sağ ve sol gençler arasındaki çatışmalarda kullanılan silahların bir kısmının NATO stoklarından “kaybolduğu” ve Türkiye’de ortaya çıktığına dair iddialar, provokasyonun büyüklüğünü göstermektedir. Dönemin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’nın, sokaklardaki şiddetin arkasında “kontrol edilemeyen ve kimliği belirsiz grupların” bulunduğunu dile getirmesi, bu tabloyu destekleyen başka bir kanıttır.
Sonuçta, hem ülkücü hem de solcu gençler büyük ölçüde aynı kaderi paylaştılar: cezaevlerinde işkence gördüler, yıllarca süren davalarla sindirildiler, birbirlerine karşı kullanıldılar. Gerçekte iki tarafın da büyük bölümü vatanını seven, bağımsız bir Türkiye isteyen, Atatürk’ün mirasından beslenen gençlerdi. Onları birbirine kırdıran, tam da 12 Eylül’ü meşrulaştırmak isteyen ve “Türkiye’yi kaostan kurtarma” bahanesini hazırlayan dış destekli yapılar oldu.
Ayrıca darbe sonrası ideolojik boşluğu doldurmak için “Türk-İslam sentezi” adı altında Batı destekli bir yönlendirme yapılmış, Atatürk’ün devrimci ve anti-emperyalist çizgisi gölgelenmeye çalışılmıştır. Milliyetçiliğin bağımsızlıkçı yönü törpülenmiş, kontrollü ve Batı’ya entegre edilmiş bir çizgi öne çıkarılmıştır. Türk gençliği bir yandan apolitik hale getirilirken, diğer yandan Atatürk’ün mirası olan milli bilinç resmî ideoloji içinde sterilize edilmiştir.
Darbenin ardından ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’ye olan ilgisinin artması, askeri yardımların hızlanması ve Türkiye’nin NATO içindeki rolünün güçlendirilmesi de 12 Eylül’ün Atatürk’ün ruhuyla çelişen bir müdahale olduğunu teyit eden delillerdendir. Çünkü Atatürk’ün çizdiği yol, bağımsızlık ve milli egemenlik üzerine kuruluydu; Batı çıkarlarına göre şekillenen bir Türkiye asla onun hedefi değildi.
Bugün geriye dönüp bakıldığında, 12 Eylül’ün sadece “anarşiyi bitiren” bir hareket olmadığını görmek gerekir. Eğer asıl mesele gençlerin çatışmasını bitirmek olsaydı, Atatürk’ün gençliğe emanet ettiği milliyetçi ve solcu kuşak en ağır şekilde hedef alınmazdı. Asıl mesele, milletin kendi öz değerleriyle iktidara yürümesinin önünü kesmekti. Türk gençliğinin yükselişi, Atatürk’ün mirasını taşıyan bir uyanıştı ve emperyalizmin Türkiye planlarına çarpıyordu. İşte bu yüzden 12 Eylül, kanlı bir operasyonla Atatürk’ün izinde gelişen milli ruhu bastırdı, bağımsızlıkçı damar uzun yıllar boyu sindirilmeye çalışıldı.
Tarih, 12 Eylül’ü yalnızca bir askeri darbe olarak değil, Atatürk’ün izinde yükselen Türk milletinin iradesine yapılmış büyük bir operasyon olarak yazacaktır. Çünkü tankların namlusu, esasen Atatürk’ün ruhuyla yoğrulmuş Türk gençliğinin uyanışına çevrilmişti.
Yorumlar kapalı.