Bir ülkenin en büyük sınavı, zenginle fakir arasındaki mesafeyi nasıl yönettiğiyle ölçülür. Bugün Türkiye’de bu mesafe artık sadece ekonomik değil, aynı zamanda vicdani bir meseleye dönüşmüş durumda. Aynı sokaklarda yürüyen insanlar arasında derin uçurumlar var. Bir yanda lüks araçlarla gezen, çocuklarını özel okullara gönderen, tatilini Avrupa sahillerinde yapan aileler; öte yanda pazarın sonunda çürük domates toplayan, kira ödemek için ikinci iş arayan, çocuğuna defter alamadığı için utanç duyan aileler… Aynı gökyüzünün altında yaşıyorlar ama hayatları birbirine değmiyor.
Bu tablo bize yabancı değil. 1789’da Fransa’da, Versailles Sarayı’nda ihtişam içinde yaşayan kraliyet ailesine karşı ekmeği bulamayan halk ayaklandığında mesele sadece açlık değildi. Asıl mesele, göz göre göre yaşanan haksızlıktı. Saraylarda ziyafetler sürerken, sokaklarda insanlar ekmek kavgası veriyordu. Tarih sahnesinde bu manzara, dünyanın gördüğü en büyük devrimlerden birini doğurdu. Osmanlı’da da benzer bir süreç yaşandı. 1908’de İttihatçıların öncülüğünde halk özgürlük ve eşitlik talebiyle ayağa kalktı. 1923’te ise Cumhuriyet doğdu: “Artık kulluk yok, yurttaşlık var” denildi. Tüm bu örnekler, bir toplumun adaletsizliği ne kadar sineye çekebileceğinin bir sınırı olduğunu gösteriyor.
Bugün Türkiye’de bu sınır hızla zorlanıyor. En zengin yüzde on, ülke gelirinin neredeyse yarısını kontrol ediyor. En yoksul yüzde on ise kırıntılarla yaşıyor. Eğitimde fırsatlar eşitsiz: Parası olan çocuklar yabancı dil öğreniyor, en yeni teknolojilerle büyüyor; olmayanlar kalabalık sınıflarda, eksik kaynaklarla kaderine terk ediliyor. Sağlıkta uçurum derinleşiyor: Bir kesim özel hastanelerde sıra beklemeden tedavi olurken, diğer kesim devlet hastanelerinde aylarca randevu bekliyor. Barınmada kriz kapıda: Asgari ücretli bir işçinin tek başına ev kiralaması imkânsız hale geldi. Lüks rezidanslarda boş daireler yatırım için tutulurken, aileler rutubetli odalarda kalabalık yaşamak zorunda kalıyor. Ve tüm bunların üstüne, milyonlarca işçinin alın teri, asgari ücretle adeta hiçe sayılıyor.
Toplum bu tabloya sonsuza kadar sessiz kalamaz. Bugün belki insanlar sabrediyor, sineye çekiyor, “idare ederiz” diyor. Ama sabır taşı çatlamaya başladı. Çünkü insan sadece aç kaldığı için değil, onuru çiğnendiği için de isyan eder. Tarih boyunca böyle oldu. Fransız halkı da, Osmanlı tebaası da, Türk milleti de haksızlığa karşı eninde sonunda ayağa kalktı. Halkın adalet talebi bastırılamaz; er ya da geç, en güçlü ses haline gelir.
Bugün yapılması gereken bellidir: Adil bir vergi düzeni, güçlü bir sosyal devlet, eğitim ve sağlıkta fırsat eşitliği, emeğin hakkının verilmesi. Bunlar yapılmazsa, büyüyen uçurum bir gün yalnızca yoksulları değil, ayrıcalıklı kesimleri de içine çekecek. Çünkü adaletsizliğin sürdüğü bir toplumda kimse güvende değildir.
Unutulmamalıdır: Halk, tarih boyunca adaleti önce sessizce beklemiş, sonra gür bir sesle talep etmiştir. Bugün sessizlik vardır, ama yarın çığlık yükselecektir. Ve o çığlık, bu ülkenin en haklı, en güçlü sesi olacaktır.
Yorumlar kapalı.