Zenginlik, Türkiye’de uzun süredir bilinçli biçimde yanlış tanımlanıyor. Çok para kazanmak, lüks araba kullanmak, yüksek duvarların ardında yaşamak; neredeyse tek başarı ölçüsü hâline getirildi. Bu çarpık anlayış tesadüf değil. Türk milletini kendi değerlerinden koparan, parayı merkeze alan ve insanı sadece tüketen bir varlığa indirgeyen siyasal ve ekonomik bir tercihin sonucudur bu. Para kutsandı, ahlak küçümsendi; gösteriş yüceltildi, emek itibarsızlaştırıldı.
Oysa Türk milletinin tarihsel hafızasında zenginlik hiçbir zaman sadece mal ve mülk meselesi olmadı. Bu millet, yokluk içinde devlet kurdu; kanaatle direndi, dayanışmayla ayakta kaldı. Kurtuluş Savaşı yıllarında ne sermaye vardı ne imkân, ama onur vardı, inanç vardı, ortak bir kader bilinci vardı. Bugün ise her geçen gün daha fazla çalışan ama daha zor yaşayan, kalabalıklar içinde yalnızlaştırılan bir toplum tablosu karşımızda duruyor. Bunun sorumlusu bireyler değil; bu düzeni kuran ve sürdüren hükümettir.
Hükümetin yıllardır izlediği ekonomi politikaları; üretimi, emeği ve alın terini değil, borçlanmayı, rantı ve kısa vadeli kazancı ödüllendirdi. Çalışan, üreten, ayakta kalmaya çalışan milyonlar enflasyon altında ezilirken; belirli çevreler kamu kaynaklarıyla, teşviklerle ve ayrıcalıklarla zenginleştirildi. Bu bir öngörüsüzlük değil, bilinçli bir tercihtir. Ortaya çıkan şey de refah değil; sistematik bir gelir adaletsizliğidir.
Öğretmenler, hemşireler, işçiler, çiftçiler, esnaf… Türk milletinin omurgasını oluşturan bu meslek grupları her geçen gün daha fazla yoksullaşırken, masa başında alınan kararlarla hayatları daha da zorlaştırıldı. Vergi yükü sabit gelirlinin sırtına bindirildi, dolaylı vergilerle adaletsizlik derinleştirildi. Çok kazanandan çok almak yerine, herkesi eşit biçimde yoksullaştıran bir düzen kuruldu. Bu tablo, sosyal devlet iddiasıyla bağdaşmadığı gibi Türk milletinin adalet duygusunu da açıkça yaralamaktadır.
Bu düzenin en etkili araçlarından biri faiz sistemidir. Faiz; emeği değil parayı büyütür, üretmeden kazananı ödüllendirir. İnsanlar yıllarını çalışarak değil, borç ödeyerek tüketir hâle getirildi. Borç sadece cüzdanı değil; iradeyi, cesareti ve itiraz hakkını da esir alır. Oysa Türk milleti tarih boyunca borçla boyun eğen değil, yoklukta bile bağımsızlığını koruyan bir millettir. Atatürk’ün “Siyasi ve askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kalıcı olamaz” sözü, bugün yaşananların yıllar önce yapılmış bir uyarısıdır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen yol bellidir. Atatürk, kapitülasyonlara karşı durmuş, dış borca dayalı bir kalkınma anlayışını reddetmiş, üretimi ve devletçilik ilkesini merkeze almıştır. Fabrikalar, demiryolları, şeker fabrikaları; yokluk içinde ama onurla kurulmuştur. Amaç bir avuç insanı zengin etmek değil, Türk milletinin tamamını ayağa kaldırmaktı. Bugün ise üretmeden büyüme hayalleriyle, borçla çevrilen bir ekonomi Türk milletini yeniden bağımlı hâle getirmektedir.
Bu çarpık düzenin bir diğer yüzü de eğitim üzerinden kurulan sınıfsal ayrımdır. Özel okul ve kolejler, “iyi eğitim” söylemiyle toplumu sınıflara ayırmanın araçları hâline getirilmiştir. Parası olanın “nitelikli”, parası olmayanın “idare eder” görüldüğü bu sistem, Türk milletinin eşitlik ve fırsat anlayışına bütünüyle aykırıdır. Bu kurumların ürettiği “iyi çevre”, “kaliteli insan”, “seçkin gelecek” gibi ifadeler; parası olmayanı değersizleştiren, son derece aşağılık sınıfsal argümanlardan ibarettir. Daha çocuk yaşta üstünlük ve aşağılık duygusu inşa eden bu anlayış, toplumu içten içe çürütür.
Oysa Atatürk’ün eğitim anlayışı nettir. “Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum hâlinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder.” Cumhuriyet’in ilk yıllarında köy enstitülerinden halk evlerine uzanan çizgi, eğitimi bir ayrıcalık değil, millet olmanın temeli olarak görmüştür. Devlet okulu ayıp değil, gurur kaynağıydı; öğretmen toplumun en saygın figürlerinden biriydi. Bugün bu miras bilinçli biçimde aşındırılmış, eğitim eşitleyen değil ayıran bir yapıya dönüştürülmüştür. Bu, pedagojik değil, doğrudan siyasal bir tercihtir.
Asıl zenginlik; banka hesaplarında biriken rakamlar değildir. Asıl zenginlik; adil bir düzende, onurlu bir hayat sürebilmektir. Çocuklara bırakılacak en büyük miras; villa, araba ya da döviz hesabı değil; başı dik yaşayabilecekleri bir ülke, sağlam bir vicdan ve eşit bir gelecek umududur. Türk milleti tarih boyunca zor zamanlardan değerlerine tutunarak çıkmıştır; borçla, faizle ve gösterişle değil.
Türk milletinin yeniden kendi orijinal ayarlarına dönmesi; kanaati hatırlaması, emeği yüceltmesi, adaleti merkeze alması, eğitimi eşitlemesi ve zenginliği haysiyetle ölçmesi tarihsel bir zorunluluktur. Atatürk’ün işaret ettiği çağdaşlaşma; başkasını taklit eden değil, kendi karakterine yaslanan bir duruştu. Rantla büyüyen her servet çürür, adaletsizlikle ayakta tutulan her düzen çöker. Türk milleti geçici parıltılara aldanacak bir millet değildir. Bu topraklarda kalıcı olan; alın teri, adalet duygusu ve ortak vicdandır. Gerçek zenginlik de ancak bu değerlere yeniden sarılmakla mümkündür.












Yorumlar kapalı.