Gecenin bir yarısı metro vagonunda ilerleyen bir grup genç. Kimi vampir kılığına girmiş, kimi çizgi film kötüleri gibi dolanıyor. Bal kabağının gölgesinde, plastik kanatlar, ithal korkular, ödünç gülüşler. Ankara’nın bağrında, sanki transatlantikten yeni inmiş turist gibiler. Hatta turist bile daha yerli dururdu belki.
Biz ne ara kendi gölgemize yabancı olduk?
“Teker teker Avrupa olacağız” diye hayaller kurarken, meğer bir gecede Amerika’nın perili köşküne taşınmışız. Anadolu’nun bozkırına “Cadılar Bayramı” serpiştiriyoruz, sonra dönüp “Gençler nereye gidiyor?” diye kendi kendimize soruyoruz. Yol belli, yön belli: Kendi kültürümüzün uzağına.
Birileri çıkıp diyor ki:
“Ne var canım, eğleniyorlar işte…”
Peki… Eğlensinler tabii.
Ama maskesiyle gelen kültür, sessizce kimlik toplar.
Fark etmezsen, bir bakmışsın yüzün kayıp.
Hani biz
kutsal kitabında korkuya değil cesarete yer açan bir millettik?
Hani biz
kahramanlık hikayelerinin çocuklarıydık?
Hani biz
yüz yıl önce karanlığı yırtıp içinden Cumhuriyet doğuranlardık?
Geldiği gemiyi göremeyen balık misali, bize ait olmayan dalgalarda yüzmeye kalkışıyoruz.
Hollywood’un yönetmen koltuğuna oturması kolay,
madem figüran olmaya bu kadar hevesliyiz.
Bir zamanlar siperden sipere koşan gençlik,
şimdi tiktoktaki filtrelerden filtrelere kaçıyor.
Dün göğsünde ay yıldız taşıyanlar,
bugün gözüne yarasa lensi takıyor.
Ne garip bir çağ:
Cesaretiyle anılan bir milletin torunları, korku gecesi kutluyor.
Bakın, elbette isterlerse maske taksınlar…
Ama maskeler çıkınca yüzümüz nerede kalacak?
Bir milletin tarihini unutturmanın yöntemi basittir:
Hatırlamasını gereksiz kıl.
Şimdi tam da öyle yapılıyor.
Fakat ne şanslıyız ki:
Takvim, çoğu unutsa bile hatırlatmayı bilir.
Çünkü yüz yıldır aydınlık bir tarih, tam yanı başımızda nefes alıyor.
Şöyle kafayı kaldırın:
Mevsim değişiyor.
Rüzgar farklı esiyor.
Yaklaşıyor…
Cumhuriyet Bayramı geliyor.
Maskeleri çıkarın.
Asıl yüzümüzün vakti yaklaşıyor.










Yorumlar kapalı.