Değerli Türk Milleti;
Sizlerle tarihimizin derinliklerinden süzülüp gelen ve topraklarımızda yankılanan bin yıllık bir gerçeğin mumunu yazmak istiyorum:
Yangınlar, yalnızca alevlerden ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu alevler, bin yıldır Anadolu’nun bağrında, siyasi hırsların, güç mücadelelerinin ve toplum mühendisliğinin birer aracı olarak yükselmiştir. İstanbul’un Bizans’tan Osmanlı’ya, oradan modern Türkiye’ye uzanan çileli yolculuğunda, yangınlar sadece evleri, mahalleleri değil, bir milletin kimliğini, dayanışmasını ve geleceğini hedef almıştır.
Bu makalede, sizlere bu alevlerin ardındaki siyasi oyunları ve milletimizin bu oyunlara karşı direncine dikkat çekmek isterim; çünkü bu tarih, sadece felaketlerin değil, aynı zamanda bir milletin yeniden doğuşunun hikâyesidir.
Yangınlarının Mikro-Tarihsel Analizi: Yerel Topluluklar Üzerindeki Etkiler (400-1900)
İstanbul, Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan 1500 yıllık tarihinde, yangınların hem siyasi hem de toplumsal dokuyu şekillendiren bir gerçeklik olduğu bir şehir olmuştur. Makro-tarihsel anlatılar, yangınların siyasi sebeplerini (isyanlar, dini çatışmalar, dış müdahaleler) ve devlet politikalarına etkilerini vurgularken, mikro-tarihsel yaklaşım, bu felaketlerin mahallelerdeki sıradan insanlar, esnaf, tüccar, dini cemaatler ve aileler üzerindeki etkilerini açığa çıkarır.
Yangınların siyasi sebepleri, Bizans’tan Osmanlı’ya bir süreklilik arz eder.
Her iki dönemde de yangınlar, siyasi otoriteye meydan okumanın veya mevcut düzeni sarsmanın bir aracı olarak kullanıldı. İsyanlar, dini çatışmalar ve yönetimsel krizler, yangınların ortak paydalarıydı. Ayrıca, yangınların ardından gelen yeniden inşa süreçleri, siyasi otoritenin meşruiyetini pekiştirme veya yeni bir düzen kurma fırsatı olarak değerlendirildi (örneğin, Justinianus’un Ayasofya’yı yeniden inşası veya II. Mehmet’in fetih sonrası İstanbul’u).
Osmanlı dönemi, Bizans’a kıyasla daha merkezi bir yönetim yapısıyla yangınların siyasi sonuçlarını farklı bir bağlama taşıdı. Yeniçeri isyanları, Osmanlı’ya özgü bir dinamik olarak, yangınların siyasi bir araç olarak kullanımını yoğunlaştırdı. Tanzimat dönemi ise modernleşme çabalarının getirdiği etnik-dini gerilimlerle yangınların yeni bir siyasi anlam kazandığını gösteriyor.
Nika İsyanı, Haçlı yangınları veya yeniçeri isyanları gibi olaylar, yangınların siyasi bir araç olarak kullanıldığını açıkça ortaya koyar. Bu bağlamda, yangınlar, sadece felaket değil, aynı zamanda siyasi güç mücadelelerinin bir yansımasıdır.
Nika İsyanı (532), Dördüncü Haçlı Seferi (1203-1204), İstanbul’un Fethi (1453), Yeniçeri İsyanları (1660, 1826) ve Beyoğlu Yangını (1870) gibi olaylar üzerinden, yangınların yerel toplulukların yaşam pratiklerini nasıl yeniden şekillendirdiğine bakalım.
Toplum Mühendisliği: Alevlerle Yazılan Bir Siyasi Proje
Toplum mühendisliği, egemen güçlerin, halkların iradesini hiçe sayarak toplumsal yapıyı, kültürel kimlikleri ve ekonomik düzeni kendi çıkarlarına göre şekillendirme hırsıdır. İstanbul’un yangınlarla dolu tarihi, bu hırsın en açık sahnesidir. Yangınlar, kimi zaman kasıtlı bir kundaklamayla, kimi zaman siyasi krizlerin kaotik gölgesinde ortaya çıkmış, ancak her defasında otoriteler tarafından bir fırsat olarak kullanılmıştır. Bizans’ta dini çatışmalar, Osmanlı’da yeniçeri isyanları, Cumhuriyet’te etnik homojenleşme çabaları ve bugün iklim politikalarıyla maskelenen rant projeleri… Hepsi, yangınların alevlerini bir toplum mühendisliği silahı olarak kullanmıştır.
Bu alevler, sadece binaları değil, mahallelerin ruhunu, dayanışmasını, kültürel mirasını yakmıştır. Ama şunu unutmayalım: Her yangın, milletimizin küllerinden yeniden doğma iradesini de ortaya koymuştur. Bu, bir milletin direnç destanıdır!
Bizans’tan Günümüze: Alevlerin Siyaseti
-Nika İsyanı (532): Kaosun Ardındaki Düzen
Bizans’ın Konstantinopolis’inde, 532’de patlak veren Nika İsyanı, yangınların siyasi bir araç olarak ilk sahneye çıkışlarından biridir. Maviler ve Yeşiller’in isyan ateşi, Ayasofya’yı ve yoksul mahalleleri küle çevirdi. Ama bu alevler, sadece bir isyanın öfkesi değildi; İmparator Justinianus’un, bu kaosu bir fırsata çevirerek merkezi otoritesini pekiştirme hamlesiydi. Bölgenin ticari merkezlerinden biri olan Augustaion ve çevresindeki çarşılar, yangında büyük zarar gördü. Küçük esnaf ve tüccarlar, geçim kaynaklarını kaybetti. Procopius’un anlatılarında, yangının liman bölgesindeki dükkânları yok ettiği ve yerel tüccarların iflas ettiği belirtilir. (Historia Arcana). Bu, mahalle ekonomilerinin çöküşüne yol açtı ve elitler için çevre dizaynına sebep yarattı.
Ayasofya’nın görkemli yeniden inşası, imparatorun dini ve siyasi gücünü parlatırken, yoksul mahalleler unutuldu, esnaf çöktü, dayanışma yaralandı. Yangın, şehirde kolektif bir korku ve güvensizlik yarattı. Yerel topluluklar hem isyancıların hem de imparatorluk güçlerinin baskısı altında kaldı. Justinianus’un isyanı kanlı bir şekilde bastırması, mahallelerdeki toplumsal güveni sarsarak uzun süreli bir travma yarattı.
Bu, toplum mühendisliğinin ilk dersidir: Yangınlar, elitlerin zaferini inşa ederken halkı dışlar.
Dördüncü Haçlı Seferi (1203-1204): Yabancılaşma ve Kimlik Krizi
Haçlıların Konstantinopolis’i işgali sırasında çıkan yangınlar, özellikle Galata ve liman bölgesinde yoğunlaştı. Şehir, 1204’te Latin egemenliğine geçti.
Yangınlar, özellikle bölge halkını ve yerel esnafın demokrafik yapısını hedef aldı. Niketas Choniates, Haçlıların mahalleleri kasıtlı olarak yaktığını ve ibadet yerlerinin yağmaladığını kaydeder (Historia). Tarih bu yangından, yerel İstanbul halkının tamamının etkilendiğini ve göç ile gelen derin bir yabancılaşma ve kimlik krizine yer açtığını yazar. Birçok aile, şehir dışına ya da Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı, bu da mahallelerin demografik yapısını değiştirdi.
Liman bölgesindeki yangınlar, balıkçıları, deniz tüccarlarını ve küçük esnafı işsiz bıraktı. Bu, yerel ekonominin çöküşüne ve gıda kıtlığına yol açtı.
Yeniden İnşa ve Toplumsal Dinamikler açısından ise: Latin egemenliği sırasında şehir, Haçlıların çıkarlarına göre yeniden şekillendirildi. Anadolu halkı, kendi mahallelerini yeniden inşa etmekte zorlandı ve bu, yerel düzeyde birçok güç dengesinin değişmesine sebep oldu.
İstanbul’un Fethi (1453): Yeni Bir Başlangıç mı, Yıkım mı?
O dönemin Roma kulübü üyesi olan Fatih’in önce siyasetten sonra da yerel yönetimlerden Türkleri uzaklaştırmasıyla başlayan ve ihanet yangınlarla yerleşim yerlerini mollaların eline geçmesiyle devam eden yıkım kimlik devrine de sebep oldu. Ve o tarihten sonra Anadolu başkenti Roma kulübünün demokrasisi ile hilafete kadar dayanan ve Sevres anlaşmasına kadar uzanan bir tarihin kaybına sebep oldu.
II. Mehmet’in Konstantinopolis’i fethi, yangınların hem Bizans savunucuları hem de Osmanlılar tarafından stratejik bir araç olarak kullanıldığı bir dönemdi.
Fetih sonrası yangınlar, özellikle surlara yakın mahallelerdeki halkı yerinden etti. Osmanlı yönetimi, şehrin Güney Müslümanlığına devir politikası kapsamında yeni yerleşimcileri getirdi, bu da mahallelerin etnik ve dini yapısını dönüştürdü. Yangınlar, İstanbul’un akılcı ticari merkezlerini (örneğin, liman çarşıları) tahrip etti. Yerel esnaf, istilacı ve ganimetçi yeni Osmanlı düzenine uyum sağlamak zorunda kaldı, bu da bazıları için fırsat, bazıları için ise yıkım anlamına geldi. Yangınlar tüm demografik ve kültürel yapıyı tahrip etti.
Fetih sonrası yeniden inşa politikaları, şehirde yeni bir Güney Müslümanlığına dayalı biat zihniyetli yobaz mahalle dokusu oluşturdu. Ancak, yerel topluluklar, kendi mahallelerini korumak için yeniçerilerle ve Osmanlı yönetimiyle müzakere etmek zorunda kaldı, bu da yerel düzeyde karmaşık bir güç dinamiği yarattı.
Sonuç 1923 ve egemen Türk gücü yeniden inşa edilmeye çalışılan kültürümüzü tekrar ayağa kaldırdı. Tarihte Roma kulübü yeniden Türklere yenilmiş oldu. Bugün yapılanlara ne kadar benziyor değil mi?
Osmanlı’da Molla denetimine geçen dönemde Yeniçeri Yangınları: Bir Kimlik İnşası
1660 Hocapaşa yangını ve 1826 Vaka-i Hayriye, yeniçeri isyanlarının alevleriyle İstanbul’u sarstı. IV. Mehmet ve II. Mahmud, bu yangınları, yeniçeri gücünü kırmak ve modern bir düzen kurmak için bir fırsat olarak gördü.
Ama bedelini kim ödedi?
Esnaf, yoksul mahalleler, kahvehanelerdeki dayanışma kültürü… Yangınlar, sadece binaları değil, bir milletin sosyal dokusunu hedef aldı.
Yangın, Hocapaşa ve Ayazma Kapısı çevresindeki esnaf mahallelerini yok etti. Çarşı esnafı, özellikle dericiler ve mumcular, geçim kaynaklarını kaybetti. Bu, yerel ekonomide uzun süreli bir durgunluğa yol açtı (Târih-i Naima). Yangın sonrası mahalle sakinleri, geçici barınaklar ve komşu dayanışmasıyla hayatta kalmaya çalıştı. Ancak, yeniçerilerin mahallelerdeki baskısı, yerel topluluklarda korku ve güvensizlik yarattı.
1826 Vaka-i Hayriye:
Yeniçeri kışlaları çevresindeki mahalleler, yangınlarda büyük zarar gördü. Yoksul aileler, evlerini ve eşyalarını kaybederek şehir merkezinden uzaklaştı.
Yangınlar, yeniçeri etkisinin kırılmasıyla sonuçlandı, ancak bu süreçte mahallelerin geleneksel dayanışma ağları da zayıfladı. II. Mahmud’un modernleşme politikaları, mahallelerde yeni bir sosyal düzen yarattı, ancak bu düzen elit kesimlere daha fazla fayda sağladı.
Yeniçeri kültürünün bir parçası olan mahalle kahvehaneleri ve toplantı yerleri, yangınlarla yok oldu, bu da yerel kültürel pratiklerin dönüşümüne yol açtı.
Her iki yangın sonrası, Osmanlı yönetimi, şehir planlamasını modernize etmeye çalıştı. Ancak, bu süreçte yoksul mahalleler genellikle ihmal edildi, bu da yerel topluluklar arasında eşitsizlikleri artırdı.
Beyoğlu Yangını (1870): Modernleşme ve Etnik Gerilimler
Beyoğlu, Osmanlı’nın modernleşme vitriniydi ve yangın, bölgedeki tiyatrolar, mağazalar ve konaklar gibi ekonomik merkezleri yok etti. Küçük esnaf ve hizmet sektörü çalışanları, geçim kaynaklarını kaybetti. Yangın, Beyoğlu’nun kozmopolit kimliğini tehdit etti.
Tanzimat yönetimi, yangın sonrası Beyoğlu’nu modern bir şehir planıyla yeniden inşa etti. Güney Müslüman elitlerin ve yabancı yatırımcıların bölgedeki etkisi arttırıldı.
Günümüz;
İşin aslı PKK mı Roma kulübünün yeniden iş başında olması mı?
Romanın geleneğidir yakarak ve Vandalizm ile unutturarak inşa etmek.
PKK Çatışmaları ve Modern Dönem: Güvenlik ve Rant Alevleri
1980’lerden itibaren Güneydoğu’da PKK çatışmaları, orman ve köy yangınlarını tetikledi. Sözde Özal Hükümeti, “güvenlik” gerekçesiyle köylere yangın politikası uyguladı; Kürt toplulukları göçe zorlandı, köyleri boşaltıldı. Bu alevler, demografik kontrol ve siyasi izolasyonun birer aracıydı. 2025’te PKK’nın sözde silah bırakması, bu politikaların izlerini silmedi; aksine, Diyarbakır ve Şırnak’taki kolektif travma, çarpık küresel sermayeye hizmet eden bir yönetim sisteminin azmasına sebep oldu tabi ki amaçta buydu.
Her geçen gün Türk devletine karşı güvensizliğin derinleştirilmesi ise en büyük amaçtı.
2022 Rezerv Alanlar Yasası ve 2010-2025 İklim Kanunu ile yangınlar, modern toplum mühendisliğinin yeni bir yüzünü ortaya koydu. Çeşme yangını gibi felaketler, arazileri turizm ve inşaat rantına açarken, Akdeniz’in Tahtacı toplulukları tarım ve ormancılık kaynaklarını kaybetti. İklim Kanunu, küresel sermayeye uyum sağlama bahanesiyle yerel halkı dışladı. Bu, yangınların artık sadece siyasi değil, aynı zamanda ekonomik bir mühendislik aracı olduğunun kanıtıdır.
AK parti ilk yıllarında ANAPın devamıyız demişti. Gelenin gidenle, geçmişin gelecekle aynı olduğunu, muhalefetin iktidardan fakı olmadığını görmek gerekliliği, toplum zekamızın da ne derece yüksek ya da düşük olduğunuda gösterecektir.
Bir Milletin Direnci ve Geleceğe Çağrı
Değerli okurlar,
Bu bin yıllık tarih, yangınların sadece felaket olmadığını, aynı zamanda siyasi otoritelerin toplum mühendisliği aracı olarak kullandığı bir gerçeklik olduğunun kanıtıdır.
Nika İsyanı’ndan 6-7 Eylül’e, PKK çatışmalarından rezerv alanlar yasasına kadar, her alev, bir milletin kimliğini, dayanışmasını ve geleceğini hedef aldı.
Ama şunu unutmayalım: Her yangında, milletimiz küllerinden doğmayı bildi. Mahalle dayanışması, kültürel direnç ve yeniden inşa iradesi, bu alevlere karşı en büyük cevabımız oldu.
Ancak, bu tarih bize bir uyarı da sunuyor: Yangınlar, elitlerin ve küresel sermayenin çıkarlarına hizmet ettikçe, yerel topluluklar dışlanıyor, kültürel miras yok ediliyor, ekonomik eşitsizlikler derinleşiyor. Bizans kroniklerinden Osmanlı arşivlerine, Human Rights Watch raporlarından X Platformu’ndaki halkın sesine kadar, bu gerçek açıkça görülüyor. Artık bu alevlerin gölgesinde birleşip, toplum mühendisliğine karşı dayanışmamızı yükseltme zamanıdır.
Bu denli tecrübenin ardından yapılan kanunlara sahip çıkmak ve geleceğimizi şekillendirmek bizim ellerimizde.
İlk önce Anayasamıza sahi çıkabiliriz. Çünkü; Hukuk ancak onu işleme alan olursa işler halde değer bulur.
Yerel toplulukların sesini merkeze alarak, bu alevli tarihin insani boyutlarını yeniden yazabiliriz. Yangınlar, sadece yıkım değil, aynı zamanda bir milletin direncini ve dayanışmasını inşa etme fırsatıdır.
Gelin, bu fırsatı değerlendirelim; çünkü bu topraklar, alevlere rağmen, her zaman umudun yeşerdiği örnek bir vatan oldu!
Unutmayın Anayasamızda Orman kanunları mevcuttur ve Hukuk ancak onu işleme alan olursa işler halde değer bulur.
1- 6831 sayılı Orman Kanunu’nda ifade edilen ve açıklaması bulunan orman suçları; Nakil, Kesme, Sarf, Bulundurma, Açmacılık, İşgal ve Faydalanma, Yerleşme, Orman Yangınları Suçu, Avlanma, İzinsiz Maden Açma Suçu, Kömür Yapma Suçu ve İzinsiz Tesis Kurma suçlarıdır. (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2088315#:~:text=6831%20sayılı%20Orman%20Kanunu%27nda,ve%20İzinsiz%20Tesis%20Kurma%20suçlarıdır.)
2- Anayasa Madde 169: Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez.
Anayasa Madde 170: Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz. (https://www.cekulvakfi.org.tr/haber/anayasanin-169-ve-170-maddelerinin-degistirilmesi-ve-bazi-orman-alanlarinin-satisi-ile-ilgili)












Yorumlar kapalı.