Türk Tarihi yeniden yazılmalı.
Türkler, Anadolu’yu ilk kez 1071 de fethetmedi. Türkiye daha önceleri; M.Ö: 19 / XIX-20/ XX Yüzyıllar arasında da İskit Saka Türk hükümdarı Tanay Kağan tarafından fethedildi. Daha sonra Samsun ve Sinop merkezli İskit Saka Türk Kadın Savaşçıları olan Amazonlar egemenlik kurdu. Anadolu ve Trakya’yı uzun yıllar yönettiler. Yine Türkiye yazılı kaynaklara göre en az 5000 yıllık, Çatalhöyük, Hacılar ve Göbeklitepe’deki Türk kültür sembolleri ve tamgalar hesaba katıldığında 10.000 yıllık Türk yurdudur. Anadolu’da Truvalılar (Turova), Sümerlerin devamcısı Guti (Kut Türkleri) başta olmak üzere birçok Proto-Türk Devleti hüküm sürdü. Kısacası ve yani Türk Tarih Tezi 100 yıl önce unutturulmuşu hatırlamak için Savunulmuş bir manifesto olarak tekrar tarihte ki yerini aldı. Bugün bu savunma bir tez savunması değil bir hakikatin savunması niteliği taşımaktadır.
Anadolu 7000 Yıllık Türk Yurdudur söylemi: Ayakları geçmişte Nesli göklerde olan Tarihsel ve Siyasi bir Manifestodur.
“Türk milleti, tarihin en eski, en köklü milletlerinden biridir. Anadolu, yalnızca bir toprak parçası değil; 7000 yıldır Türk’ün beşiğidir.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözü, bir retorik değil, bir hakikatin ifadesidir. Bu hakikat, Türk milletinin yalnızca 1071’de Anadolu’ya girmiş bir topluluk değil; binlerce yıldır bu toprakların asli unsuru olduğunun ilanıdır. Bugün bu hakikati yalnızca tarih kitaplarında değil, toprağın altındaki mezarlarda, taşlara kazınmış yazıtlarda, genetik izlerde ve Anadolu’nun kültür damarlarında buluyoruz.
Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, milletine şu gerçeği öğretmek istedi: Bizim tarihimiz yalnızca Osmanlı’dan ya da Selçuklu’dan ibaret değildir. Bizim tarihimiz Orta Asya’nın bozkırlarından Mezopotamya’nın bereketli topraklarına, Karadeniz’in kurganlarından Ege’nin kıyılarına kadar uzanan kesintisiz bir var oluştur. Türk milleti tarihin her çağında medeniyetler kurmuş, yıkmış ve yeniden doğmuştur. Anadolu ise bu doğuşların en derin ve son çağ beşiğidir.
Tarih Bir Milletin Şerefidir
Atatürk, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir” derken, Türk milletinin kendi geçmişini, Batılı oryantalistlerin gözlüğünden değil, kendi hakikatiyle yazması gerektiğini vurgular. Batı dünyasının yüzyıllar boyunca Türkleri “barbar, göçebe, yıkıcı” olarak nitelemesinde ki vandallığa karşıt bir savunma ve hatırlatmanın kanıttır. Arkeolojik bulgular, Türklerin yalnızca savaşçı değil, aynı zamanda medeniyet kurucu bir millet olduğunu gösteren bir hakikatin saklanamayan bir haykırmasıdır.
1930’larda geliştirilen Türk Tarih Tezi, işte bu milli ihtiyacın ürünüdür. Ancak burada “tez” sözcüğünü bir tartışma zemini olarak değil, bir tarih bilincinin adı olarak anlamak gerekir. Çünkü bugün elimizdeki kanıtlar, Atatürk’ün o günlerde işaret ettiği gerçeği teyit etmektedir: Anadolu binlerce yıldır Türk kültürünün damgasını taşımaktadır.
Anadolu’da Proto-Türk İzleri
Bugün İstanbul’un kalbinde, Beşiktaş’ta metro inşaatı sırasında bulunan 3.500 yıllık kurgan tipi mezarlar, bu hakikatin sessiz tanıklarıdır. Bu mezarlar, yalnızca bir defin biçimi değil, Türk bozkır kültürünün Anadolu’daki ayak izleridir. Cenin pozisyonunda gömülen iskeletler, yakma ve kurgan gelenekleri, Orta Asya’daki Hun, Göktürk ve Oğuz boylarının ritüelleriyle birebir örtüşmektedir. Bu buluntular, Anadolu’nun kuzeyinde M.Ö. 1500’lerden itibaren Türk kültürünün varlığını göstermektedir.
İskitler, yani Sakalar, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya akın etmiş, atlı okçu savaş teknikleriyle bütün Yakındoğu’yu etkilemiştir. Herodot’un aktardığı İskit destanları, Türk bozkır kültürünün Anadolu’ya taşındığını göstermektedir. Metal işlemeciliği, savaş taktikleri, hayvan üslubu sanat anlayışı; bunların tümü Türk kültürünün damgalarıdır.
Kimmerler, Massagetler, Hunlar… Hepsi aynı bozkır zincirinin halkalarıdır. Bizans kronikleri, 4. ve 5. yüzyıllarda Hunların Anadolu içlerine akın ettiğini kaydeder. Yine Konya yakınlarında Savatra antik kentinde bulunan bir yazıt, “Türk” adını 10. yüzyılda kaydederek Malazgirt’ten çok önce Anadolu’da Türk varlığını belgelemiştir.
Genetik araştırmalar ise bu bulguları destekler niteliktedir. Modern Anadolu Türklerinin DNA’sında Orta Asya kökenli genetik unsurların güçlü şekilde yer aldığı saptanmıştır. Bu, yalnızca Selçuklu göçleriyle değil, binlerce yıllık katmanlı akınlarla açıklanabilir.
Hititler, Sümerler ve Türk Dünyası
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi Sav’ında öne çıkardığı en iddialı noktalardan biri, Sümerler ve Hititler gibi kadim uygarlıkların Türklerle akrabalığıdır. Bugün birçok Batılı tarihçi bu görüşü reddetmektedir. Ancak dikkatle bakıldığında, bu uygarlıkların dil, kültür ve mitolojisinde Türklerle kesişen unsurlar görülmektedir.
Sümer dili aglütinatif (yapışkan) bir dildir; tıpkı Türkçe gibi eklemeli bir yapıdadır. Hititlerde görülen bazı toplumsal unvanlar ve tanrı isimleri, Ural-Altay köklerine bağlanabilecek benzerlikler taşır. Urartu kalelerinde bulunan yazıtlar, bozkır kültürünün etkilerini yansıtır.
Bu iddialar, ana akım batılı ve de yanlı bilimsel literatürde tartışmalı olsa da şunu gösterir: Türk milleti kendini yalnızca Orta Asya’ya değil, Anadolu’nun kadim medeniyetlerine de bağlayan köklü bir medeniyet iddiasındaki hakikatin varlığına sahiptir. Bu iddiayı savunmak hakikati savunmanın ve Türk bilgeliğinin ve en nihayetinde Türk milletin hatırlaması gereken özgüvenini besleyen bir manifestodur.
Siyasi Anlamda: Bir Ulusun Kimlik İnşası
Atatürk, milletine yalnızca bir tarih anlatmıyordu; bir kimliği hatırlatıyordu. Osmanlı, son üç yüz yetmiş yıl boyunca ümmet kimliğiyle var olmuştu. Türk adı, ikinci plana yeniden itilmişti. Batılı tarihçiler ise Türkleri “göçebe barbarlar” diye tanımlayarak Türk kimliğine VANDALİZM uygulamıştı ve Türk milletinin hakiki tarihini küçümsemeye çalışmışlardı.
İşte Atatürk bu zinciri kırdı.
“Türk milleti tarihte kurduğu devletlerle ve medeniyetlerle insanlığa ışık olmuştur” diyerek Anadolu’yu Türk’ün ezeli beşiği olarak hatırlamamızın önünü açtı. Bu söylem, yalnızca bir romantizm değil, bir milli savunma hattıydı. Çünkü 1920’lerin ve 1930’ların Türkiye’si, Batı’nın mandacı planlarına, Anadolu’yu parçalama projelerine karşı ayakta duruyordu.
Anadolu’nun Türk yurdu olduğunu 1071’e indirgeyen tarih anlayışı, bu topraklardaki varlığımızı geçici gösteriyordu. Oysa Atatürk’ün 7000 yıllık Anadolu vurgusu, Türk milletinin bu coğrafyada köklü ve kalıcı olduğunun ilanıdır. Bu, emperyalizme verilmiş en güçlü cevaptır.
Arkeolojiden Günümüze: Taşların Konuştuğu Hakikat
Bugün Anadolu’nun dört bir yanında yapılan kazılar, Atatürk’ün sözlerinin yalnızca bir hayal değil, bir hakikat olduğunu ortaya koyuyor.
- Alacahöyük buluntuları: M.Ö. 3. binyılda Anadolu’da yaşayan toplumların Orta Asya bozkır kültürüyle benzer defin gelenekleri taşıdığını gösteriyor.
- Kafkasya üzerinden gelen göç yolları: Kurgan kültürünün Anadolu’ya aktarıldığını ispatlıyor.
- Karadeniz çevresindeki buluntular: İskit ve Hun kültürünün izlerini Anadolu’da kanıtlıyor.
- Ege ve Trakya’daki yazıtlar: Türk adının 11. yüzyıldan önce kaydedildiğini belgeleyen taşlar olarak batılı vandalizminin, sözde tarihine meydan okurcasına duruyor.
Bütün bu bulgular, Anadolu’nun çok katmanlı tarihinin derinliklerinde, Türk varlığını dışlamak bir yana, Türk varlığını en derinlerde kökleştiğini ortaya koyuyor.
Milli Hakikat ve Gelecek Nesiller
Atatürk, “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” demiştir. 7000 yıllık Anadolu vurgusu, yalnızca geçmişi değil, geleceği de inşa etmektedir. Türk milleti, köksüz bir göçebe değil, binlerce yıllık bir medeniyetin varisidir. Bu bilinç, genç nesillere verilmesi gereken en büyük güçtür.
Bugün, kimileri Türk Tarih Tezi’ni yalnızca bilim değil, bilimin izinde milli kimliğin hatırlatılmasıdır.
Milletler, kendi tarihlerine dayanmadan geleceğe yürüyemezler.
Atatürk’ün yaptığı, Türk milletine şunu söylemekti: “Siz yalnızca 1071’den beri değil, binlerce yıldır bu topraklardasınız. Bu yurt sizin ezeli hakkınızdır.” demektir. Bu anlayış arkeoloji ile kanıtlanmış bir gerçekliktir.
Tarihi bir Hakikat Olarak
Atatürk’ün “Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir” sözü, bir tez değil, bir manifestodur. Bu, milletine duyurduğu bir gerçeğin ilanıdır. Arkeolojik bulgular, dilsel veriler, genetik izler ve tarihsel kayıtlar bu gerçeği teyit etmektedir. Türk milleti, tarihin her döneminde Anadolu’da vardı. Kurganlardan destanlara, yazıtlardan mezarlara kadar bütün izler bu hakikati haykırmaktadır.
Unutulmaması gereken farkındalık ise; Türkler Çağlar boyu Anadolu’da ki varlığı yani bu vatanda kök salmış nesilleri için savaşmış olmalarıdır. Evet, Türkler, yedi bin yıldır Anadolu için savaşmıştır.
Bizans öncesi İstanbul’dan Megaralı kolonistlere, Perslerden Hellenistik krallıklara, Roma’dan Bizans’a kadar farklı medeniyetler bu topraklarda var olmak istemiş, ancak Türkler her defasında Anadolu’nun bir Türk yurdu olduğu hakikatini hatırlatmak ve de korumak zorunda kalmıştır. İşte başarmamız gereken budur. Bu savaş 7000 yıldır sürmektedir ve Türk milleti hâlâ bu toprakların sahibi olarak yaşamanın akılını var etmelidir.
Bu akıl ise; tarihi artık tez değil sav olarak benimsemeleri gerektiğini kabul edişlerinde yatmaktadır.
Türk Tarihinin son 7000 yıllık döneminde, Anadolu olarak anılan Türk toprakları 1000 yıl önce Malazgirt Zaferi ve 100 yıl önce ise Büyük Taarruz’da Mustafa Kemal Paşa’nın iradesi ve atalarımızın erdemiyle ebediyen mühürlenmiştir. Bu mühür, bir çağın kapanışı ve yeni bir çağın açılışıdır.
“Zafer, ‘Zafer benimdir’ diyebilenindir. Zafer, çağ açıp çağ kapatanlarındır.”
7000 Yıllık Anadolu Mührü
Şimdiye kadar bahsettiğim bütüncül bakış açısının ışığında, Devlet bize bakmıyor anlayışının gölgesinde imparatorluktan başka hiçbir zihniyeti olmayan topluluklarla bir arada yaşıyor olmamızın ve sadaka mantığında güdülü siyaset ile ülke yönetenlerin aşağılayıcı dünyasında “elmas gibi parıldayan” Türk bilinci, devlet kurabilme ehliyetine sahip olanların tek varisi olduğunun da kanıtıdır.
Eğer devlet varsa bilin ki orada Türk vardır. Türkün olmadığı yerde devlet olmaz. Olsa olsa sadece dini yönetimlerin siyasi emellerinde yaşam bulan, sömürü ve de ganimetçi yapıların insan avına çıkmış, insanı köle olarak kullanan zihniyetlerin liderliği vardır. Bu batılı ya da doğulu tüm ülkeler için geçerlidir. Rusya ya da Çin içinde ve hatta bu anlayışlara yakın her siyasi görüş için de aynısını söylemek mümkündür. Türk bilinci tüm bu manipülasyonlara karşı Tanrı dağlarının gerçekliği kadar hakiki bir tarihin yaratıcısı ve de uygulayıcısıdır. İnsanın onurlu yaşamına değer veren başka bir bilinç yoktur. 2000-3000 kişilik şehir devletlerinde cemiyet hayatı ile kendi üstünlüklerinde yaşam bulan küçük akıl ülkelerin yapıları devlet değil, sadece cemiyetçi ayrıksılığın eseridir. Bu uygulama bir kibir abidesi gibi günümüzde yaşatılmaktadır.
Bu anlayış ulus bilincinden uzak, mahalle kültürünün sınıfçı ülkeleridir. Türk bilinci topyekûn kalkınma ve dünya sistemine örnek teşkil eden insancıl hayatların eserlerini -yani evrensel aklı yayarak, tarihte birçok ülkenin nasıl birlik olunacağı konusunda resmen öğretmenlik yapmış olsa da- öğrencilikleri asla başarılı olamayan toplulukların başarısız sonuçlarından ortak zararı görmüştür. Bugün ise bu zarar “Atatürk” aklı ile çok başka bir boyutta yaşanacak bir gerçekliğe kapı aralamıştır.
Gelecek dönemlerde Türk ulusunun aklı, bir kez daha sahnelenecek ve hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktır. Son nesil, onların medeniyet dedikleri tek dişi kalmış canavarın son dişini sökecek ve ebediyet Türkün başlattığı yerden İnsanlığa armağan edilecektir.
Bunu sadece Bilinci hatırlayanlar başarabileceklerdir.
Bu bilinç, Anayasa adı altında, Töre bilincinde, Nutuk, andımız, İstiklal marşı ve Gençliğe hitabede açıkça beyan edilmiştir. Şekli ise Kurtuluş savaşında ki Uluslararası anlaşmadan anlaşılmalıdır. Bu bilinci hatırlamak konusunda direnenler, Türk olsalar dahi, tek dişli canavarın ülkesinde Türkün karşısında olmayı seçenler olacaktır.
“Ne Mutlu Türk Bilgeliğini Hatırlayanlara ve de bu bilinci seçenlere” –Ne Mutlu Türk’üm Diyene!
Son taarruzumun son Hukuk yolu Kut’lu olsun.
#MalazgirtZaferi #BüyükTaaruz
Yorumlar kapalı.