İnsan, varoluşunun en çıplak gerçeğiyle yüzleştiğinde, önce kendine bakar. Kendi gücüne, kendi vicdanına, kendi aklının ve kalbinin sınırlarına. Ancak bu yüzleşme çoğu zaman ağır gelir. İnsan, kendi yetersizliğini, korkularını ve kırılganlığını kabullenmek yerine, bir kalabalığın gölgesine sığınır. Kalabalık, ona sahte bir zırh sunar; bireysel zayıflığını örten, geçici bir kudret yanılsaması. Ne var ki, bu zırh, aynı zamanda bir tuzaktır. Çünkü kalabalık, vicdanın sesini boğar, bireyin ahlakını bir pul kadar değersiz kılar.
Felsefi bir mercekle bakıldığında, insanın kalabalığa sığınması, varoluşsal bir kaçıştır. Sartre’ın “varlık ve hiçlik” arasında salınan insan tasvirinde olduğu gibi, birey, kendi özgürlüğünün sorumluluğundan kaçar. Özgürlük, yalnızlıkla el ele gelir; çünkü birey, kendi kararlarının ağırlığını taşımak zorundadır. Kalabalık ise bu yükü hafifletir. Ortak bir öfke, ortak bir nefret, ortak bir hor görme üzerinden birey, kendi güçsüzlüğünü unutur. Kendinden olmayana, “öteki” olana yönelen bu nefret, aslında bireyin kendi eksikliğinden duyduğu rahatsızlığın bir yansımasıdır. Nietzsche’nin “sürü ahlakı” dediği şey tam da budur: Birey, kendi benliğini inşa etmek yerine, kalabalığın ahlakına teslim olur ve bu teslimiyet, ona sahte bir üstünlük hissi verir.
Yalan, şefkat, nefret…
İnsanlık tarihinin bu üçlü dansı, kalabalıkların gölgesinde daha da karmaşıklaşır. Yalan, kalabalığın birleştirici harcı olur; çünkü ortak bir düşman yaratmak, bireyleri bir arada tutmanın en kolay yoludur. Şefkat ise, kalabalığın içinde erir; zira kalabalık, bireysel vicdanın değil, kolektif öfkenin sesine kulak verir. Kendinden olmayanı hor gören, ona tepeden bakan kalabalık, aslında kendi içindeki boşluğu seyretmektedir. Bu seyir, bir intikam oyunudur. Güçsüzlüğünün farkında olan birey, kalabalığın içinde kendini kuvvetli sanır ve bu yanılsamadan aldığı cesaretle, ötekine karşı bir tahakküm kurmaya çalışır. Ancak bu tahakküm, bir zafer değil, bir yenilgidir. Çünkü insan, kendi varoluşsal zayıflığını örtbas etmek için ötekini küçültmek zorundadır.
Spinoza, insanın özgürlüğünün, kendi tutkularını anlamasıyla mümkün olduğunu söyler. Kalabalığa sığınan birey, bu tutkuları anlamaktan kaçar. Nefret, korkudan doğar; korku ise bilgisizlikten. Kendinden olmayanı anlamaya çalışmak yerine, onu dışlamak, hor görmek, kalabalığın en kolay seçtiği yoldur. Bu yol, bireyi özgürleştirmez; aksine, onu kalabalığın esiri yapar. Kalabalık, vicdanın değil, korkunun ve öfkenin yankı odasıdır.
Peki, bu döngüden çıkış mümkün mü? Kendine dönmek. Kalabalığın gürültüsünden uzaklaşarak, kendi yalnızlığıyla barışmak. Bu, kolay bir yol değildir; zira insan, kendiyle yüzleşmekten korkar. Ama belki de gerçek kuvvet, kalabalığın sahte kudretinde değil, bireyin kendi kırılganlığını kucaklayabilmesinde yatar. Ötekine nefretle değil, merakla yaklaşabilen bir insan, kalabalığın gölgesinden sıyrılıp kendi ışığını bulabilir. Ve ancak o zaman, vicdan bir pul değil, bir pusula olur.
Yorumlar kapalı.