Bazen düşünüyorum…
Biz ne ara böyle olduk? Ne ara merhameti kenara, edebi rafa, saygıyı ise bir vitrindeki tozlu hatıraya dönüştürdük?
Geçenlerde genç bir delikanlıyla sohbet ettim. Yirmi altı, yirmi yedi yaşlarında… Kelimeleri ilk başta öyle özenli, duruşu öyle düzgündü ki içimden “Demek hâlâ kökü sağlam gençler var” diye sevinçle geçirdim.
Ama sohbet ilerledikçe, sesinin tonu değişti. Cümlelerinin arasına kendinden eminlik değil; kendine hayranlık karıştı.
“İnsana saygı duyarım,” dedi.
“Yaş benim için önemsizdir. Büyük diye kimse benden saygı beklemesin.”
Sanki saygı bir yükmüş, sanki hürmet göstermek insanı küçültürmüş gibi…
Sanki büyük birine yer vermek kişiyi eksiltirmiş, el pençe durmak gururdan parça koparırmış gibi…
Nerede öğrendik biz bunu?
Hangi yanlış modernlik paketinde geldi bu kibir?
Bizim Türk töremizde büyüğe saygı, “zorunluluk” değil, insan olmanın şanlı bir tamamdı.
Bir yük değil, bir zarafetti.
Birinin elini öpmek, seni küçültmezdi; bilakis seni yüceltirdi.
Şimdi bakıyorum da…
Saygıya “gericilik”, kibire “özgüven”, laubaliliğe “samimiyet”, hoyratlığa “doğallık” diyen bir dil türedi.
Sözün ağırlığı hafifledi; gönüllerin terazisi bozuldu.
Bir başka sohbetimde biri çıktı karşıma,
“Ben adilim,” dedi.
Ah o söz…
Adaleti ağzına alırken bile sesinde bir şımarıklık var.
Zira ne zaman kendi fikrine dokunan bir söz duysa, karşısındakini küçümsemeye başlıyor.
Demek ki adaletin terazisi, sadece kendi tarafına doğru eğildikçe adilmiş.
Dedem derdi ki:
“İçeri bir büyük girince ayağa kalkılır. Bacak bacak üstüne atılmaz.”
Bu sözün içindeki edebi, inceliği anlamak için insanın kalbi olmalı.
Bugün bunu söylemezsen edepsizlik normal, hürmet ayıp sayılıyor.
Töreyi hatırlatana “eski kafalı” diyorlar ya…
Keşke eski kafalı olsak da böyle yeni kibirlerden uzak kalsak.
Biz ne ara büyüklüğü yalnızca yaş sanıp küçümsedik?
Ne zaman göğe bakmayı unuttuk da gözümüzü aynaya kilitledik?
Ne zaman tevazu kayanın altına saklandı da, kibir ortalık yerde bağırmaya başladı?
Belki de mesele gençler değil…
Onları bu dünyaya hazırlarken biz, köklerini değil dallarını parlatmaya çalıştık.
Daha gösterişli olsunlar istedik; ama sağlam olsunlar demeyi unuttuk.
Rüzgârın yönünü bilmeyen, gövdesi rüzgârda hoplayan ama kendi gölgesini bile satın alınmaz bir büyüklük gibi sunan bir nesil oldu.
Oysa biz bir milletiz ki;
Büyüğünün yanında konuşmayı kısar, küçüklerinin saçını okşarken tevazuyla eğilirdik.
Hürmet bizde gelenek değil, yaratılışın bir terbiyesiydi.
Bugün kaybettiklerimizin adı töre, edep, hürmet değil sadece…
Bugün kaybettiklerimizin adı insanlık terazisi.
Ağırlık bir yanında değil; tümden yok artık.
Ama umut hâlâ var.
Çünkü bu milletin mayası, bin yıldır yoğrula yoğrula sertleşmiş bir harçtır.
Fırtına ne kadar sert eserse essin, gün gelir yine hatırlarız:
Bir büyüğün karşısında ayağa kalkmak, boyun eğmek değil; kendi boyunu bilmekti.












Yorumlar kapalı.