Toplumun Aynasına Düşen Gölgeler
Bir diktatör, bir anda ortaya çıkmaz; o, toplumun derin çatlaklarından sızan tortularla yavaş yavaş şekillenir.
Her diktatör, aslında bir halk hikâyesidir. Bir milletin korkularından, beklentilerinden, kırgınlıklarından ve bazen de umut sandığı karanlıklardan doğar. Çoğu zaman başlangıç masum görünür. Bir kurtarıcı arayışı, “güçlü lider” özlemi, yılların yorgunluğunu taşıyan bir toplumun sığınmak için bulduğu sert bir omuz…
İşte diktatörün doğduğu yer, tam da burasıdır.
Diktatörlüğün ilk tohumu halkın yüreğinde atılır. Çünkü toplumsal travmalar, ekonomik krizler, yolsuzluklar, dış tehditler veya siyasal körlükler; insanları karmaşada netlik aramaya sürükler. Ve bir adam çıkar “Ben bilirim”, “Ben yaparım”, “Ben kurtarırım.” der.
Önce alkışlanır. Çünkü o, karmaşayı basitleştirir, düşmanları tarif eder, çözüm sandığı sertlikte bir düzen sunar. İnsanlar onu sever. Sevgiden çok, yük devretmenin rahatlığı vardır bu duygunun altında. Güçlü lider, karmaşayı taşımaktan yorulan toplumu rahatlatır.
Hitler böyle doğdu. Birinci Dünya Savaşı’nın enkazında ezilen Alman halkı, ekonomik çöküşün ve ulusal utancın gölgesinde tek bir çıkış aradı. Hitler’in çığlığı, gerçekte bir halkın suskunluğunun yankısıydı.
Mussolini böyle yükseldi, çünkü İtalya savaşın ardından zayıflık hissinden nefret ediyordu.
Stalin, iç savaşın bozduğu bir ülkenin “sert ama adil baba” arayışının ürünüydü.
Latin Amerika diktatörlerinin çoğu, kaos dönemlerinde düzen vaat eden karizmatik askerlerden doğdu.
Bir diktatörün yükselişi, halkın içindeki yarayı okşayarak başlar. Onun vaatleri tedavi değil; büyük bir pansuman, büyük bir örtme çabasıdır. Toplum, sorunlarını çözmek yerine yükü tek bir kişiye bırakmayı seçer. Böylece diktatörlük, bir halkın kendi sorumluluğundan kaçışının adı olur.
Ve Diktatör, sevgiyi hızla sadakate, sadakati itaate, itaati korkuya dönüştürür. Bu dönüşümün ilk destekçisi ise çoğu zaman aydınlar denilen kesim olur.
Evet, paradoks tamda budur: En çok bildiğini düşünenler, çoğu zaman bir diktatörün ilk meşruiyet kaynağıdır.
Kendi menfaatleri, korkuları ya da “şu geçiş sürecinde güçlü bir el gerekir” yanılgısıyla ona destek verirler.
Bu, toplumun kendi dalını kestiği ilk andır.
İkinci kesiş, bürokraside gerçekleşir. Devlet kadroları güçlü görünen liderin yanında yer alır; çünkü risk almazlar. Zamanla liyakat değil sadakat yükselir. Diktatör işte o anda doğmuştur. Artık sistem, kişiye bağımlı hale gelir. Kurumlar çürür, denge denetim mekanizmaları çöker. Herkes bir sonraki hamleyi tek adamdan duymak ister; çünkü düşünmekten yorulmuştur.
Üçüncü kesiş, toplumun kendisinde yaşanır. Kalabalıklar artık lideri değil, kendi korkularını alkışlar. Çöküşe birlikte hazırlanmanın başlangıcı budur: Tepki vermemek, ses çıkarmamak, “bana dokunmadıkça” diye düşünmek.
Her diktatörün yükselişinde, geniş kitlelerin sessiz rızası vardır. Bu, tarihin en büyük trajedisidir. Ve bir gün gelir, toplum liderine o kadar bağımlı hale gelir ki, liderin çöküşü ile birlikte çöküş kaçınılmaz bir ortak kadere dönüşür.
Diktatörlüğün ölümü ise; çoğu zaman doğumundan çok daha çarpıcıdır. Diktatör, kendi kurduğu düzeni tehdit olarak görmeye başlar. Etrafındaki herkes ya düşmandır ya da sadakatsiz bir figür. Korku, liderin içinden dışarı taşar; bu kez yönetilen değil, yöneten korkmaya başlar. Ve bu korku, insanın akıl ile bağını koparır.
Bir Diktatör Nasıl Ölür?
Kendi Gölgesini Yutarak…
Bir diktatör ölmez aslında; kendi kurduğu gölgeler ülkesinin altında yavaşça ezilir. Önce korkuları büyür, sonra o korkular için kurduğu duvarlar. Bir ömrü boyunca halkından, aklından, hatta kendi vicdanından sakladığı her şey, en sonunda dönüp onu bulur. Tarih, bunun defalarca yaşandığını gösteren bir mezarlık gibidir. İsimler değişir, coğrafyalar değişir, ama sahne hep aynıdır. Bir avuç dalkavuğun çürük alkışları, çelik bir lider portresi ve altından akan çürümüş bir devlet aklı…
Diktatörün ölümü çoğu zaman bir kurşunla başlamaz; o uzun bir çöküşün son perdesidir. Asıl ölüm, yönetimsel hatalarının, kibirle alınmış kararlarının ve çevresindeki suskun ordusunun onu önce yalnızlaştırmasıyla gelir. Çünkü bütün diktatörler aynı yanlışa düşer. Gücün sürekliliğini dünyanın doğasında zannetmek. Oysa güç, ne kadar keskin olursa olsun, insanın taşıyamayacağı kadar ağır bir yüktür. Ve diktatörler o yükü taşımayı bıraktıklarında değil, taşımaya çalıştıklarında ölürler.
Hitler, bunun en çarpıcı örneğidir. Onu öldüren kurşun değildi; kendi kurduğu mitin altında ezilmesiydi. Savaşın son yıllarında yanılgıları o kadar büyümüştü ki, generallerinin gerçek raporları bile ona ulaşamaz olmuştu. Çünkü korku, doğruları öldürür. Etrafındaki herkes, “Führer’in gerçeklerden hoşlanmadığına” kanaat getirdiğinde, o artık halkını değil, kendi hayalini yönetiyordu. Savaşı kaybettiğini anlamasına rağmen geri adım atmadı; çünkü diktatörler kaybedemeyeceklerine inanırlar. Ve böylece Berlin’in altında saklandığı o soğuk sığınakta ölmedi aslında — çok önce, gerçeklikle bağını kopardığında ölmüştü.
Mussolini ise bir başka aynadır. Onun sonu, halka sırtını dönmenin değil, halkı bir dekor gibi görmenin sonucuydu. Faşizmin demir yürüyüşlerini alkışlayan kalabalıklar, savaşın gerçek yüzü kapılarına dayandığında bu kez aynı yollardan onu lanetleyerek geçtiler. Diktatörün en temel yanılgısı budur: Kalabalıkların sevgisini kendisine, korkularını ise düşmanlarına ait sanmak. Oysa halk sevgisi, bir liderin kaderini taşıyamayacak kadar kırılgandır; korku ise bir gün mutlaka sahibine döner. Mussolini’nin kendi halkı tarafından asılarak teşhir edilmesi, diktatörlerin kaçamayacağı o tarihsel dengeyi hatırlatır: Korku ile inşa edilen her iktidar, korku ile yıkılır.
Saddam Hüseyin, devletin bütün organlarını kendi kişisel iktidarının kollarına dönüştürmenin ölümcül sonucunu yaşadı. Güvenlik aygıtı onu korumadı; çünkü o aygıt, devlet için değil, sadece lider için inşa edilmişti. Böyle yapılar işgal, kriz veya çöküş karşısında savunma üretemez. Saddam’ın en büyük hatası, bir devlet kurduğunu değil, bir tür kabile imparatorluğu yarattığını zannetmesiydi. Kabile sadakati savaşta işlemeyince, geriye sadece bir adam ve onun bitmek bilmeyen paranoyası kaldı. Saklandığı çukurda yakalandığında biten şey diktatör değil, devletin yerine geçirilmiş kişisel tanrılaştırma düzeniydi.
Kaddafi, devrimin çocuğu olarak doğup devrimin canavarı olarak öldü. Onu öldüren sadece öfkeli halk değildi; yıllarca ülkeyi bir kişiye bağımlı kılan sistemdi. Kurduğu yapının içinde ikinci adam yoktu, üçüncü plan yoktu, kurumsal direnç yoktu. Onun yönetimsel hatası, “tek adam olmanın gücü”ne değil, “tek adam olmanın kırılganlığı”na inanmayı reddetmesiydi. Yıllar boyu süren gösterişli çadırlarda dünya liderleriyle fotoğraf çektirirken, kendi ülkesinin kumlarında büyüyen öfkeyi göremedi. Oysa diktatörler en büyük düşmanlarını dışarıda değil içeride yaratırlar.
Ama diktatörleri asıl öldüren şey, onların çevresindeki sessiz, dikkatli, yağlı bir makinedir.
Eşlik edenler.
Dalkavuklar, çıkar ağları, korkuyla tutunmuş danışmanlar, gerçeği saklayan bürokratlar…
Her biri küçük bir zehir damlasıdır. İlk yıllarda bu zehir lideri uyutarak besler, sonra da onu gerçeklerden ayırarak çürütür. Tarih boyunca hiçbir diktatör kendi yıkımını tek başına inşa etmemiştir; her zaman yanında “onu koruduğunu sanan” bir akıl kümesi vardır. Bu akıl kümesi liderin gözlerini kapatır, telkin eder, manipüle eder. Ve bir gün, duvarlar yıkılmaya başladığında, ilk kaçanlar da yine onlar olur.
Bir diktatörün ölümü bu yüzden epiktir; çünkü aslında bir kişinin değil, bir sistemin çöküşüdür. Diktatör, ölmeden önce kendi halkını, kendi kurumlarını, kendi düzenini de beraberinde aşağı çeker. “Kendiyle birlikte yok eder” çünkü başka türlüsünü bilmez. Kurduğu her şey kendine bağlıdır; kendisi çekildiğinde devlet de çekilir, toplum da savrulur. Ve sonunda, diktatör ömrünün bütün yanlışlarını bir aynada toplu halde görür. Korku ile kurulan düzenin korku ile yıkıldığını, gerçeklerden kaçışın sonunun uçurum olduğunu ve mutlak gücün aslında mutlak yalnızlık olduğunu.
Bir diktatör böyle ölür işte.
Bir insan olarak değil, kendi yarattığı karanlığın içinde kaybolan bir gölge olarak.
Romalı Caligula; kendini Tanrı ilan ettiğinde, Hitler; insanlıkla bağ kuramadığını anladığında çoktan ölmüştü. Mussolini, sevgiyle yükselen kalabalıkların nefretle onu sürüklediği günü bekliyordu.
Hiçbir diktatör silah sesinde ölmez aslında; ölüm uzun süre önce başlamıştır.
Kurumları yok ettiğinde.
Ülkesine sadakat beslemeyen herkesi düşman ilan ettiğinde.
Gerçekleri susturduğunda.
Kendi korkusunu halka ihraç ettiğinde….Ölümünün son perdesi görünür olur ama asıl ölüm, kendi yarattığı sistemin içine gömülüşün seremonisinde gizlidir. Çünkü diktatör(ler) kendi ile yarattığı gölgeleri de birlikte yok eder.
Her hukuksuz isyan önce kendi çocuklarını yer! Ve perde önünde oyunu seyrine dalıp alkışlayarak olana teslim olanlar, oyunun içinde kendi rolünü seçmiş olur.
Diktatörün ölümü aslında bir milletin kendi gölgesiyle hesaplaşmasıdır.
Sonunda geriye bir lider değil, bir ders kalır.
Bu bir çöküşün oyunu değil, bir uyarı.
Bir gölge değil, karanlığa düşmemesi gereken bir insanlık aynası.
Ve tarih her defasında aynı soruyu fısıldar: “Bir diktatör gerçekten yalnız mıydı, yoksa onu seyredenler mi büyüttü?”












Yorumlar kapalı.