1. Haberler
  2. İnceleme
  3. Bir Hibrit Terör Örgütü olan PKK/KCK ile Yeniden Canlandırılmaya Çalışılan Düşük Yoğunluklu Savaş

Bir Hibrit Terör Örgütü olan PKK/KCK ile Yeniden Canlandırılmaya Çalışılan Düşük Yoğunluklu Savaş

PKK/KCK’nın hibrit bir terör örgütü olarak yeniden düşük yoğunluklu savaş stratejisine dönüştü. Uluslararası aktörlerce desteklenen yapının “fesih” ve “müzakere” söylemleriyle meşruiyet kazanmayı hedefliyor. Türkiye, "Ulus Devlet" yapısını hedef alan bu çok katmanlı tehditle karşı karşıyadır.

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Girizgâh: Türkiye’nin siyasi gündemini son bir yılı aşkın zamandır meşgul eden ve uzun süre adı konulamayan ancak kimilerine göre ikinci çözüm süreci, kimilerine göre “Terörsüz Türkiye” stratejisi olarak isimlendirilen, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin başlattığı “umut hakkı” ve ardından PKK terör örgütünün silah yakma ve fesih kararı, Gazi meclis çatısı altında komisyon kurulması, komisyonun İmralı’daki bebek katili terörist başı ile görüşülmesi, Türkiye’de başlatılan sürecin Suriye’nin kuzeyindeki yapı ile de bağlantılı olduğu noktasında ilerlemektedir.

Sayın Ömer Kalaycı; uzun yıllardır uluslararası güvenlik ve terörizm konusunda çalışan, PKK/KCK terör örgütünün Avrupa ve Japonya yapılanması üzerine yazılar, makaleler hatta terörün dış destek boyutu ile ilgili kitapları olan bir güvenlik ve terörizm uzman olarak, siyasal karar alıcıların terörle müzakere politikası hakkında ne düşünüyorsunuz? Türk ulusu olarak ne ile karşı karşıyayız?

Türkiye, yaklaşık 55 yıllık terörle mücadele tarihi ile terörle mücadelede önemli yanlışlarla birlikte gerçek doğruları bulma ve uygulama şansı yakalamıştır. Ne var ki, Türkiye’yi yöneten siyasal karar alıcılar, terörle mücadelede gerçek doğruların uygulanması noktasında samimi ve başarılı bir strateji ortaya koyamamışlardır.

Türkiye, terörle mücadele noktasında PKK/KCK terör örgütüne yönelik başından itibaren “Kürt sorunu” olarak ele aldığı için terörle mücadele stratejileri kısmen etkili olmuş ancak genel anlamda istenilen ivme yakalanamamıştır. Türkiye’nin ortaya koyduğu iki stratejik yaklaşım sonucunda, terörle mücadelede siyasi ve askeri kurumlarıyla koyduğu sınır; toprak bütünlüğü, laik ve üniter yapısının korunmasını sağlamıştır. Türk hükümetlerinin terörle mücadelede gösterdiği azim ve kararlılık ile güvenlik güçlerinin başarılı mücadelesi terör örgütünün askeri yollardan başarıya ulaşmasını engellemiştir.

Türkiye, AKP hükümetleri zamanında yürütülen terörle müzakere süreçlerinin sonucunda örgüt liderinin muhatap alınmasına, terörist başının tüm Kürtleri temsil eden bir özgürlük savaşçısı konumuna getirilmesine, TBMM’de kurulan komisyondaki milletin seçtiği vekillerin İmralı’da cezasını çeken örgüt liderinin ayağına gönderilmesi kararına kadar varmıştır iş. Ancak ortada silah bırakmış veya kendini feshetmiş bir örgüt yoktur. Örgüt liderinin en büyük amaçlarından olan siyasal zeminde temsil hakkının konuşulduğu, bunun için hukuki düzenlemelerin yapılmasının şart olduğu dillendirilmektedir. Hukuki düzenlemelerden kasıt ise Kürtçenin resmi dil olması, vatandaşlık tanımının değiştirilmesi, kısacası ulus devlet yapımızı tehdit eden isteklerde bulunmaktadırlar. Türkiye’nin ve Türk ulusunun karşısında klasik bir terör örgütünden ziyade uluslararası finans bağlantıları, gizli servislerle ilişkileri, uluslararası narko terör yapılanması, illegal gelir kaynaklarına sahip ve birçok kıtada yapılanmış; diplomatik, hukuki, istihbarı, siyasi destek alan bir hibrit terör örgütü bulunmaktadır.

Peki Türkiye’de özellikle son bir yılı aşkın sürdürülen müzakere sürecine nasıl geldik kısaca anlatır mısınız?

PKK/KCK terör örgütünün, 1978 yılında başlattığı ve giderek şiddetlendirip yaygınlaştırdığı terör süreci, 35 yıl boyunca Türkiye’yi düşük yoğunluklu savaş koşullarında tuttu. “Düşük yoğunluklu savaş” diye nitelendirilen bu dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) askerî açıdan toprak bütünlüğünü korumuş ve bölücü terör örgütünün Doğu ve Güneydoğu topraklarını ayırarak bağımsız bir sözde Kürt devleti kurmasına engel olmuştur.

1980-90’lı yıllarda Türkiye, askeri ve siyasi açıdan önemli boyutlarda dış desteğe sahip olan şiddetli ve yaygın bir terör sürecinden askerî açıdan mücadeleyi kazanarak çıkmış ancak 2000’li yıllarda siyaset yelpazesinde Kürt etnik temeline dayalı bir stratejiyi izlemiştir. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu temel sorun da klasik bir terör örgütünden ziyade hibrit konumuna gelen PKK/KCK terör örgütü ile son zamanlarda tekrar canlandırılmaya çalışılan düşük yoğunluklu savaş sürecine evrilmiştir. Esas konu da zaten bu yeniden canlandırılmaya çalışılan hibrit terör örgütü ile yeniden düşük yoğunluklu savaşa rağmen içerideki ve dışarıdaki bu yapının nasıl eritileceğidir.

ABD’nin Irak’ı işgali ile Irak’ın kuzeyinde başlayan fiili durumun ve Türkiye’nin AB üyelik sürecinin geleceği Türkiye’nin terörle mücadelesinde önemli rol oynamıştır. 2007 yılında Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri muhatap almayan iktidar, artık sadece Barzani ile temsil edilen Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimini değil PKK-Öcalan’ı muhatap almaktadır. Esasen 2006 yılında başlayan ancak daha çok 2009 yazından itibaren başlatılan “demokratik açılım” ile hevesleri kabaran ancak hükümetin kamuoyu tepkisinden çekinerek geri adım atması ile hayal kırıklığına uğrayan bölücü örgüt 2010 yılında eylemlerini artırarak, basının da eylemleri abartması ile isteklerini gündemde tutmaya çalışmıştır.

Suriye iç savaşının 2011 ile başlamasıyla beraber, sözde IŞİD terör örgütü ile mücadele kapsamında değerlendirilen PKK/KCK terör örgütünün Suriye uzantısı PYD/YPG ve ABD’nin “kara gücüm” dediği SDG, Esad rejiminin de yıkılmasıyla beraber Suriye’de önemli stratejik kazanımlar elde etmiştir. Gelinen noktada PKK/YPG, ABD’nin onayı ile HTŞ lideri Colani ile âdemi merkeziyetçi (özerk, federasyon) bir Suriye’nin oluşması noktasında anlaşmaya varmışlardır. Daha bir hafta önce Barzanilerin Irak’ın kuzeyinde düzenledikleri davete Türkiye’den eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ve YPG lideri Ferhat Abdi Şahin’in davet edilmesi; Barzani diplomasisi ile YPG/SDG silahlı gücünün entegrasyonunun temelleri atılmıştır. Bu da bizlere Irak’ın kuzeyi ile Suriye’nin kuzeyinin birleşme olasılığının arttığını ve Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehdidin ne denli büyük olduğunu gözler önüne sermektedir.

Siz, sosyal medya hesaplarınızdan ve bazı makalelerinizde PKK/KCK terör örgütünün 12w. Kongre kararlarının dikkate alınmadığını, örgüt liderinin telekonferans ile verdiği mesajlar, 27 Şubat çağrısı ve Kongre kararlarının bir bütünlük taşıdığını ileri sürmektesiniz. Gözlerden kaçırdığımız ne var?
PKK/KCK terör örgütünün 12. Kongre kararlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her şeyden önce belirtmeliyim ki, söz konusu 12. Kongre kararları ile yapılan açıklamada, ilk göze çarpan detaylardan biri, karar metninin ideolojik örgüt diliyle kaleme alındığı ve kendi ideolojik varlığını haklı göstermek çabası taşımasıdır. Binlerce güvenlik görevlisi ve sivil vatandaşımızın şehit edilmesine sebep olan PKK/KCK terör örgütünün karar metninde pişmanlık ifadesi yer almamaktadır. Ben kendi adıma böyle bir ifade beklemiyordum, ancak pişman olduğunu ifade etmeyen bir örgüt ve önce idam kararı ardından ömür boyu hapse mahkûm örgüt lideri ile neden müzakere sürecine girildiğini şu şekilde ifade etmeye çalışacağım.

Sözde Kongre karar metninde yer alan bir ifadede, İmralı adasında hükümlü bulunan bölücü terör örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın “önderliğine” vurgu yapılmış ve örgüt disiplini göstermeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda, PKK’nın örgütsel yapısının feshedilip silahlı mücadele yönteminin sonlandırılması kararının uygulanması sürecinin Abdullah Öcalan tarafından yönetileceği vurgulanmıştır. Sözde fesih karar metninde, ana çatı örgüt olan KCK Devlet Yapılanması (Kürdistan Topluluklar Birliği) sadece Türkiye üzerinde faaliyet gösteren PKK adlı kolunun terör ve bağlantılı faaliyetlerinin sonlandırıldığı vurgulanmıştır. Oysa çoğumuzun bildiği üzere terör örgütü PKK/KCK, Türkiye içinde zaten etkisizleştirilmiş ve silahlı örgüt kapsamında yıllar önce Suriye’ye kaydırılmıştır. Ayrıca KCK Devlet Yapılanmasında yer alan Suriye’de PYD/YPG, Irak’ta PÇDK, İran’da PJAK’ın silahlı faaliyetlerinin sonlandırılmasına yer verilmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki, açıklanan bu sözde fesih bildirisi ile bu örgüt ve terörist yapıların Türkiye nezdinde meşruiyet kazanması sağlanmak istenmektedir.

Bölücü terör örgütü PKK/KCK kongre karar metninde yer alan “… Kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı…” ifadesiyle, PKK/KCK kendisini bir özgürlük hareketi gibi tanımlamış yanı sıra tarihsel gerçekleri çarpıtarak sözde bir tarihsel varoluş yaratma çabası içine girişmiştir. Bölücü terör örgütü, karar metninde Lozan Barış Antlaşması’nı ve 1924 Anayasası’na atıf yaparak, Kürtlerin inkâr ve imha siyaseti sürdürüldüğünden bahsetmektedir ki bu asla kabul edilemez. Bu çirkin, haddini aşan ve kabul edilemez ifadelere TBMM’deki siyasi partiler, milletvekilleri ve süreci başlatanların sessiz kalması halinde ileride ülkemiz adına, uluslararası baskı ile toprak ve tazminat konusunda yargılanma olasılığı/tehlikesini yaratacaktır.

Peki toprak, tazminat dediniz ya tanınma konusu?

Ne yazık ki, terörsüz Türkiye adı altında yürütülen müzakere sürecinde başta Cumhur ittifakı olmak üzere ardından TBMM’de kurulan komisyonla terör örgütü lideri Abdullah Öcalan muhatap kabul edilerek tanınma gerçekleştirilmiştir.

PKK/KCK 12. Kongre kararlarında başka neler yer almaktadır?

Terör örgütü, bildirisinde, terörist başını “özgürlük savaşçısı” olarak nitelerken, kuruluş amaçlarını ve tarihsel süreçten kopuk bir tanımlama yapmıştır. Örneğin “özgürlük savaşçısı” olarak tanımladığı terörist başsının 1968 gençlik hareketleri ve üniversite olayları sürecinden başlayarak 1978 sonuna kadar MİT’in bir elemanı, muhbiri ve kışkırtıcısı olduğuna yer verilmemiştir. Dolayısıyla, ajan kışkırtıcı birinden özgürlük savaşçısı çıkmaz, olsa olsa başka ülke gizli servislerinin emrine giren ve hizmet eden bir cani olur. Öyle de olmuştur. Çünkü CIA ve onun yönlendirmesiyle MİT tarafından, ülkemizdeki Marksist Leninist sol düşünce akımlarını bölüp parçalayıp etkisizleştirmek amacıyla etnisite kaynaklı Marksist Leninist ve Maoist fraksiyonlar (KAWA, DDKD, PKK) kurulmuştur; Marksist Leninist ideolojide etnik temelli mücadelenin söz konusu olmamasına rağmen bu çelişkiyi kabullenmiş ve bunun hizmetkârı olmuşlardır. Çünkü o dönem ABD için en büyük tehdit SSCB olmuştur. SSCB’nin çevrelenmesi amacında Türkiye’de sosyalist düşüncenin iktidara gelmesinin engellenmesi bir zorunluluktu. (ABD, bu amaçlarla sol hareketleri bölüp parçalarken, 1960’li yılların ikinci yarısından itibaren de milliyetçi Türkçü ülkücü kesimi İslamcı anlayışa yani Türk-İslam sentezi ideolojisi içine sokmayı başarmıştır.)

Dolayısıyla PKK’nın, 27 Kasım 1978’de kuruluşunun temelinde yukarıda açıklanan ABD’nin çıkar ve amaçları yer almaktadır. Hemen akabinde ise dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher önderliğinde dünyaya dayatılan küreselleşme yeni liberalizm “yenidünya düzeni” yolunda Ulus Devletlerin varlığı tehdit olarak kabul edilmiştir. Böylece Ulus devletler içindeki etnik ayrılıkların körüklenerek ulus devletlerin parçalanması küçük devletçiklere ayrıştırılması strateji kabul edilip uygulanmıştır.

PKK terör örgütünün kuruluş maksadı ve hamisinin kim olduğu apaçık ortada dururken, Türkiye Cumhuriyeti’ne ihanet ederek, tarihsel gerçekliği saptırarak kendisini sözde özgürlük savaşçısı gibi göstermesi asla kabul edilemez. Burada dikkat çekilmesi gereken iki nokta vardır. İlki, ABD ve TSK komuta kademesinin kolektif iş birliğinde gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında PKK’ya hiç dokunulmamış olması, Abdullah Öcalan, Duran Kalkan ve yanlarındaki 90’a yakın militanla Gaziantep il sınırından Suriye’ye kaçışlarının nasıl ve kimler tarafından organize edildiğidir. İkincisi, ulus devletler içindeki etnik ve dini kimliklerin kışkırtılarak ulus devletlerin parçalanması stratejisini, darbe sonrası sıkıyönetim koşullarında askeri yönetimin yapacağı baskı uygulamalarıyla olgunlaştırıp ardından sivil yönetime geçilince de PKK’nın güya haklı gerekçeleri varmış gibi Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı Kürt kökenli yurttaşlarımızın sözde savunucusu olarak terörist eylemlerde bulunmasının önü açılmış, desteklemiş ve korumuş olmasıdır. Çünkü 15 Ağustos 1984’de Siirt-Eruh ve Hakkâri-Şemdinli’de gerçekleştirilen eylemler ve sonrasında Kürt halkına Kürt oldukları için eziyet edildiğine dair söylemlerinin en büyük dayanağı olarak, askeri darbe sonrasında Diyarbakır Cezaevinde tutuklu ve hükümlü olanlara yapılan uygulamalar olarak dile getirilmiş ve terör eylemleri boyunca bunu temel kanıt olarak kullanmışlardır. Tüm bu gerçekler bölücü terör örgütü PKK’nın, ABD ve müttefikleri İsrail, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerin bölgesel stratejik çıkarları doğrultusunda kurulan ve başta Türkiye’yi siyasi, ekonomik olmak üzere pek çok alanda zayıflatma adına kullanılan bir terör örgütüdür.

Özetle, PKK, 12. Kongre karar metninde belirtildiği gibi Cumhuriyet’in kuruluş yılına uzatılan bir özgürlük hareketi değil ABD’nin dünya egemenliği amacıyla kurdurulan beslenen büyütülen yüzlerce taşeron terörist yapılanmalardan sadece biridir.

Bildiride “… 1978’den başlayarak yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle Kürt varlığını kabul ettirmeyi ve Kürt sorununun Türkiye’nin temel realitesi olarak görülmesini esas aldı…1990’li yılların koşullarında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Kürt sorununu siyaset yoluyla çözme arayışı gelişti…” ifadelerine yer verilerek terör örgütü olduğu gerçeğini unutarak ABD’nin küreselleşme ve ulus devletlerin parçalanması stratejisinin bir maşası olduğu gerçeği gizlenmek istenmiştir. Takdirle bahsettiği Turgut Özal’ın, askeri darbenin muhatabı olan hükümetin başbakanlık müsteşarı olduğu, 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarının planlayıcısı ve uygulayıcısı olduğu ve buna rağmen darbe sonrasında kurulan hükümetin de tüm ekonomi programının yürütülmesinden sorumlu başbakan yardımcısı olarak kabinede yer aldığını ve tüm bunları ABD’nin yaptırdığını, ardından da sivil siyasete dönülünce (6 Kasım 1983) Özal’ın partisinin birinci parti olması ve Özal’ın başbakan olmasının ardında hep ABD desteğinin olduğunu tespit etmek gerekir.

Turgut Özal, ABD‘nin ulus devletlerin parçalanması stratejisinin Irak projesinde aktif rol almak istemiş ancak Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Güvenlik Kurulu (MGK) bu siyasete dur demiş; komşu bir ülkenin dış askeri müdahale ile parçalanarak işgal edilmesine ortak olmamıştır. Irak’a yapılan o askeri müdahale sonrasında, Irak parçalanma sürecine girmiş, 36’nci paralelin kuzeyi Irak egemenlik alanından çıkarılıp çekiç güç kontrolüne verilmiştir. Irak ordusunun bölgede kalan ağır silahları ve askerî ağırlıkları PKK kontrolüne geçmiş ve bu bölgede çekiç güç eliyle PKK eğitilerek terör eylemlerinde kullanılmıştır. Çekiç Güç’ün, terör örgütünü lojistik istihbarat ve harekât yönünden destekleyen faaliyetlerini tespit eden ve bunu önlemek için plan program yapan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis 17 Şubat 1993 tarihinde uçağının düşmesi/düşürülmesi sonucunda şehit olmuştur.

1990’lı yıllar, Türkiye Cumhuriyeti’nin etnisite temelinde ayrıştırıldığı; Laik demokratik sosyal bir hukuk devleti, üniter devlet, tam bağımsız antiemperyalist duruş, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan aydınların, İslam dinine farklı bakış açısıyla yaklaşan laik ilahiyatçı düşünürlerin, devlet içinde önemli görevler üstlenmiş asker sivil bürokratların,  önemli iş insanlarının, farklı dünya görüşüne sahip gazeteci ve yazarların faili meçhul suikastlar sonucu öldürüldüğü karanlık yıllar olmuştur.

ABD, Türk ulus devletini parçalayıp Türk-İslam sentezine dayalı önce ılımlı İslam ardından da Kürt-Arap İslam devletine dönüştürmek ve bu yolla siyasal İslam’ı iktidar yapmak istemiştir. Burada, Türk-İslam sentezi anlayışının, 12 Eylül askeri darbesinin hemen ardından MGK tarafından yürürlüğe konan politika olduğunu da belirtmekte yarar vardır. Yani hiçbir şeyin tesadüf olmadığı gibi uzun vadeli, ayrıntılı bir plan, proje ürünü olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla bölücü terör örgütü PKK bu süreçte, çekiç güç eliyle teçhiz edilerek ABD’nin ülkemiz üzerindeki amaçları doğrultusunda maşa olarak eylemlerde bulunmuştur. Bu terör eylemlerinde de en çok adına “özgürlük mücadelesi” verdiğini iddia ettiği Kürt kökenli yurttaşlarımız zarar görmüştür. Örgütün eylemleri 1998 yılına geldiğinde güvenlik kuvvetleri tarafından etkisizleştirildi ve tükenme noktasına getirilmiştir.

Türk Ordusu tarafından sahada teröriste karşı kazanılan başarı, bölge ülkeleri üzerinde yürütülen diplomasi ile siyasi başarıya dönüştürüldü ve bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan ne Suriye’de ne Rusya’da ne İtalya’da ne Yunanistan’da ne Kenya’da barınamaz duruma getirildi ve hamisi ABD tarafından paketlenip Türkiye Cumhuriyeti’nin şefkatli kollarına teslim edilmek zorunda kaldı. Sürecin ve gerçeklerin bu olmasına rağmen bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999 tarihinde Kenya’da teslim edilmesini uluslararası komplo diyerek kendilerine pay çıkarma çabaları beyhude çabalardır.

Bahsi geçen bildiride, “… Apo, Kürt-Türk ilişkilerinin sorunsallaştığı Lozan Antlaşması’nın ve 1924 Anayasası’nın öncesini referans alarak, ortak vatan ve Kürt-Türk halklarının kurucu öge olduğu demokratik Türkiye Cumhuriyeti perspektifini ve demokratik ulus anlayışını çözüm çerçevesi olarak benimsedi…” ifadesiyle Türkiye Cumhuriyetini yok sayan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki âdem-i merkeziyetçi özerk bölgeler içeren idari yapılanmasına atıfta bulunarak federasyon talebini yinelemiştir. Taleplerin asla ve kat’a kabul edilmesi dahi düşünülemez. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası madde 66’da “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” demektedir; yine Mustafa Kemal Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demektedir. İkisini birlikte düşündüğümüzde: gönüllü aidiyete dayalı, etnisiteden arındırılmış, ortak ve eşit yurttaşlık temelinde bir millet tanımı yapılmış ve üst kimlik olarak da Türk milleti kabul edilmiştir.

Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının da kendi öncülleri ve özgürlük savaşının bir parçası olduğunu “…cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen Kürt isyanları, 1000 yıllık tarihi Kürt-Türk ilişki diyalektiği ve 52 yıllık önderlik mücadelesi Kürt sorununun ancak ortak vatan ve eşit yurttaşlık temelinde çözülmesinin kazandıracağını göstermiştir…” ifadeleri ile söylemeye çalışmaktadırlar.

Her şeyden önce şunu vurgulamak gerekir ki Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının sonuncusu Dersim isyanıdır ve tarihi 1937-1938’dir. Bu tarihten 1984’deki PKK’nın Eruh/Şemdinli baskınına kadar hiçbir isyan söz konusu olmamıştır. Dersim isyanı ve öncesindeki isyanların tamamının özünde, feodal beylerin feodal güç ve nüfuzlarını merkezî devlet otoritesine devretmekten kaçınmaları daha doğrusu feodal yapının devamlılığını isteme amacı yatmaktadır. Çünkü kulluktan eşit yurttaşlığa geçen insanlarımızın, feodal yapının eşitsizlikleri ve yaratmış olduğu feodal kulluktan da kurtarılması gerekmektedir. Genç Türkiye Cumhuriyeti bu amaçla memleketin her karış toprağında köyünde kasabasında ilçesinde ilinde devlet otoritesini tesis edip cumhuriyet nimetleri ile yurttaşları buluşturma çabası içindedir. İşte bu çaba, feodal beylerin varlıkları ve nüfuzlarını sürdürmek konusunda tehdit oluşturduğu için bu feodal beylerin birlikte veya bölgesel olarak devlete karşı isyan etmelerine sebep olmuştur. Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının özü budur.

Cumhuriyet dönemindeki Kürt isyanlarının büyük bölümü dış bağlantılı olup, küresel aktörlerin destekleriyle gerçekleşmiştir. Bunlardan iki tanesi vardır ki hem dönem itibari ile hem de dış destek bağlantısındaki ülkelerin aldığı roller ile oldukça önemlidir. Birincisi, 13 Şubat 1925 tarihinde Piran köyünde başlayan Şeyh Sait İsyanı, tam da İngiltere ile Musul Kerkük sorununun çözüm görüşmeleri sırasında olmuştur. Türkiye’nin kendi içindeki isyanla uğraşıp Musul-Kerkük konusunda etkisiz kalmasını sağlamak, İngiltere’nin “Türkiye kendi içindeki Kürt yurttaşlarının rızasını alamamış onları idare etmekten acizken Musul Kerkük’teki Kürtleri nasıl idare edebilecektir” söylemine dayanak oluşturmak amacıyla çıkarılmış bir isyandır.

İkincisi Dersim İsyanı 1937-1938 yıllarında olmuştur. Bu isyanda da Fransa ile Hatay sorunu vardır. Fransa Suriye’deki mandacılığını sonlandırmış ve Hatay’ın durumu belirsizliğe girmiştir. Hatay’ın bir oldubitti ile Suriye’ye katılmasını sağlamak için Dersim isyanı çıkarılmıştır. Maksat yine aynıdır, Türkiye’yi içindeki isyan ile uğraştırarak Hatay ile ilgilenmesini önlemek ve Hatay’ın Suriye’ye katılmasını sağlamaktır. 1938’den günümüze kadar hiç Kürt isyanı çıkmamasının altında yatan gerçek: tüm Kürt isyanları, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında egemenlik arayışı ve çıkarı olan devletlerin desteği ve kışkırtmasıyla çıkmış olmasındandır.

Bahsi geçen bildiride, “…PKK katı Kürt inkârının, buna dayalı imha siyasetinin, soykırım ve asimilasyon politikalarının egemen olduğu koşullarda şekillendi. 1978’den başlayarak yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle Kürt varlığını kabul ettirmeyi ve Kürt sorununun Türkiye’nin temel realitesi olarak görülmesini esas aldı…” cümleleriyle hayalî olarak kendi karanlık tarihine anlam kazandırma çabası içine girmiştir.

PKK’nın, bu sözde “fesih ve silah bırakma” kararının ardındaki temel amaç ve hedefinin ne olduğu ise bildirinin, “…Halkımızın kadınlar ve gençler öncülüğünde, yaşamın her alanında öz örgütlerini oluşturması, dilleri, kimlikleri ve kültürleriyle kendine yeterli olma temelinde örgütlenmesi, saldırılar karşısında kendini savunur hale gelmesi ve seferberlik ruhuyla komünal demokratik toplumu inşa etmesi hayati önemdedir. Bu temelde Kürt siyasi partilerinin, demokratik örgütlerinin, kanaat önderlerinin Kürt demokrasisini geliştirme ve Kürt demokratik uluslaşmasını sağlama yönündeki sorumluluklarını yerine getireceklerine inanıyoruz…”  Cümlelerinden anlaşılmaktadır. Yani sözde silah bırakma ve PKK faaliyetlerini sonlandırmanın altındaki amaç ve hedef, Türkiye Cumhuriyeti’nin maddi manevî tüm kaynakları ile sosyal kültürel siyasal ve ekonomik gelişimlerini sağlayıp ardından federal cumhuriyet talep edip federal cumhuriyetin “Kürt Federe Devleti” parçasını ilan etmektir.

En Nihayetinde; Bölücü terör örgütünün açıkladığı 12. kongre kararlarının ana fikri, adım adım federalizme yürümek ve Kürt Federe Devletini ilan etmektir. Irak’ta olduğu, Suriye’de olmakta olduğu, İran’da olacağı gibi. Bunun ardından da başta ABD ve İsrail olmak üzere küresel güçlerin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında, sözde “Büyük Kürdistan” veya sözde “Kürt Konfedere Devletini” ilan etmeyi nihai amaç olarak benimseyen bir hibrit terör örgütü PKK/KCK’nın fesih süreciyle, daha doğrusu “oyunu” ile karşı karşıyayız. Ancak unutulmamalıdır ki oyunun aktörü sadece uluslararası bağlantıları, finans ağları, gizli servislerle olan ilişkileri, narko terör yapılanması ile PKK/KCK’dan ibaret değildir. Yeniden canlandırılmaya çalışılan düşük yoğunluklu savaşta PKK/KCK ile eş zamanlı kolektif hareket eden siyasi yapılar, organize suç örgütleri, medya-basın, toplum mühendisliği görevini üstlenenler ve bunların içeride ve dışarıdaki destekçileri vardır.

Verdiğiniz bilgiler için, ayrıca bu önemli konuyu yeniden gündeme taşımamıza yardımcı olduğunuz için size teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda başarılarınızın devamını dileriz. Zamanınız olursa “terörle mücadele stratejileri” konusunda bir söyleşi daha yapmak isterim. Ne dersiniz?

Öncelikle ben teşekkür ederim ve neden olmasın!

Bir Hibrit Terör Örgütü olan PKK/KCK ile Yeniden Canlandırılmaya Çalışılan Düşük Yoğunluklu Savaş
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

Yorumlar kapalı.

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Halk Meclisi Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin