Hayat, bir yol ayrımında durup hangi patikayı seçeceğimize karar verdiğimiz anlarla şekillenir. “Hayat yaptığımız tercihlerden ibaret midir?” sorusu, bu yolculuğun özünü sorgular. Evet, tercihlerimiz hayatımızın yönünü belirler; ancak bu, hikayenin yalnızca başlangıcıdır. Yaptığımız seçimlerin sonuçlarıyla nasıl yüzleştiğimiz ve bu sonuçların bize yüklediği sorumlulukları nasıl üstlendiğimiz, hayatın anlamını derinleştiren unsurlardır. Dahası, özgürlüğün gerçek anlamını anlamak, bu denklemin kalbidir. Çünkü özgürlük, çoğu zaman sandığımız gibi “istediğini yapmak” değil, “istemediğini yapmamak”tır.
Her gün sayısız tercih yaparız: Sabah kahvaltıda ne yiyeceğimizden, hangi mesleği seçeceğimize; bir dostla konuşurken hangi kelimeleri kullanacağımızdan, zor bir anda cesaretle mi yoksa temkinle mi hareket edeceğimize kadar. Her seçim, bir kapıyı açar ya da kapatır. Bu tercihler, özgürlüğümüzün bir yansımasıdır; kendi hikayemizi yazma gücümüzün kanıtıdır. Ancak özgürlük, sadece istediğimizi yapma lüksü değildir. Filozof Jean-Jacques Rousseau’nun ima ettiği gibi, gerçek özgürlük, istemediğimiz şeyleri yapmaktan kaçınabilme cesaretinde yatar. Örneğin, bir genç, ailesinin “garanti iş” baskısına boyun eğmek yerine, sanat tarihini seçtiğinde, istemediği bir hayatı reddetmiş olur. Bu, özgürlüğün en saf halidir: Kendi doğrularına sadık kalarak, başkalarının dayattığı yoldan sapma cesareti göstermek.
Peki, bu seçimlerin sonuçları? Tercihlerimiz, bize sorumluluklar yükler. Sanat tarihini seçen genç, belki maddi zorluklarla karşılaşır ya da toplumun eleştirilerine maruz kalır. İşte burada, hayatın sadece tercihlerden ibaret olmadığı ortaya çıkar. Önemli olan, bu sonuçları nasıl karşıladığımızdır. Başarısızlıkla karşılaştığında pes etmek mi, yoksa bunu bir öğrenme fırsatı olarak görmek mi? Bir dostluğu bitirme kararı aldığımızda, yalnızlığın ağırlığını nasıl taşıyacağımız; bir projede risk aldığımızda, başarısızlığın yükünü nasıl omuzlayacağımız, hayatımızın kalitesini belirler. Özgürlük, bu sonuçlarla yüzleşme cesaretinde de kendini gösterir. Çünkü istemediğimiz bir şeyi yapmamak, sadece seçimi değil, o seçimin getirdiği yükleri de göğüslemeyi gerektirir.
Sorumluluklar, hayatın bir diğer ayrılmaz parçasıdır. Bir aile kurmayı seçtiğimizde, sevdiklerimize karşı duyduğumuz görevler; bir kariyer yolunda ilerlediğimizde, işimize ve kendimize karşı üstlendiğimiz yükümlülükler; bir toplumun parçası olarak, çevremize ve dünyaya karşı taşıdığımız sorumluluklar… Bu yükümlülükleri nasıl yerine getirdiğimiz, özgürlüğümüzün sınırlarını da tanımlar. Mesela, bir çevre aktivisti, doğayı koruma yolunda mücadele etmeyi seçtiğinde, bu tercih ona uzun saatler çalışma, eleştirilere göğüs germe ve kişisel konforundan vazgeçme gibi yükler getirir. Ama istemediği bir dünyaya razı olmamak için bu sorumlulukları üstlenir. Gerçek özgürlük, burada yatıyor: Kendi değerlerin için bedel ödemeyi göze almak.
Jean-Paul Sartre, varoluşçuluk felsefesinde, özgürlüğün aynı zamanda bir lanet olduğunu söyler. Çünkü özgür olmak, her seçimin sorumluluğunu üstlenmek demektir. İstemediğimiz bir şeyi yapmamak, bazen yalnızlıkla, bazen eleştirilerle, bazen de belirsizlikle yüzleşmek anlamına gelir. Ama bu yüzleşme, bizi özgür kılar. Özgürlük, sadece istediğimiz hayatı seçmek değil, istemediğimiz bir hayatı reddetme gücüne sahip olmaktır. Bu reddediş, cesaret ister; çünkü her “hayır” dediğimizde, yeni bir sorumluluğu kucaklarız.
Sonuç olarak, hayat yaptığımız tercihlerden ibaret gibi görünse de, bu sadece yüzeydir. Gerçek hikaye, bu tercihlerin sonuçlarını nasıl karşıladığımız ve bize yüklenen sorumlulukları nasıl taşıdığımızdır. Özgürlük ise, bu hikayenin ruhudur: İstemediğimiz bir hayatı, bir işi, bir ilişkiyi reddetme cesareti; kendi doğrularımıza sadık kalma gücü. Hayat, sadece neyi seçtiğimizle değil, neyi reddettiğimizle ve bu seçimlerin yükünü nasıl taşıdığımızla anlam bulur. Gerçek özgürlük, bu reddedişin ve kabulün dengesinde saklıdır.
Yorumlar kapalı.